ANALİZ / Körfez'in Barış Pınarı yalanları
Suudi Arabistan, BAE ve Mısır'ın başını çektiği eksenin Barış Pınarı harekatına "bir Arap devletinin egemenliğine karşı saldırganlık" olduğu gerekçesiyle karşı çıkmaları tam bir ikiyüzlülük örneği.
Arap dünyasının dibe vurmuş olduğu bir sır değil. Devletlerarası Arap ilişkilerini şekillendirmekten sorumlu olan örgüt, yani Arap Birliği, 1945 yılında İngiliz sömürge subaylarının teşvikiyle gerçekleşen kuruluşundan bu yana tam bir fiyasko olageldi.
Kuruluş, haricî güçlerle arasındaki meseleler bir yana, kendi üyeleri arasındaki anlaşmazlıkları dahi ne önleyebildi ne de çözebildi. Arap milletleri için birleştirici bir unsur vazifesi görmesi beklenen Filistin davası dahi sıradan konulardan biri haline indirgenmiş durumda. Bütün bunların neticesi olarak da Arap zirvelerinin çoğu işe yarar hiçbir sonuç üretememekte.
İşlerin bu hale gelmiş olmasındaki temel amil, 2011’de patlak veren Arap ayaklanmalarıydı. Bu hareketler Arap dünyasındaki korkunç vaziyeti gün yüzüne çıkardı. Ne var ki anlamlı reformlar gerçekleştirmek ve bir demokratikleşme sürecinin yaşanmasına müsaade etmek yerine, bölgede ortaya çıkan şey bir anti-demokrasi ekseni oldu. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır’ın başını çektiği bu eksen, bu süreçte baskı ve yolsuzlukları ikiye katlamayı seçtiler. Bunu gerçekleştirirken de devlet düzeyinde ve devlet-dışı çeşitli aktörleri tahrik ettiler ve siyasi ortamı daha da bozmak ve demokrasi yanlısı güçlerin hakimiyet kazanmasının önüne geçmek için çok geniş bir yelpazede gizli, açık nice eylem gerçekleştirdiler.
Arap Baharı sonrası dönemde anti-demokrasi ekseni, çeşitli uluslara karşı gerçekleştirilen saldırıların doğrudan içinde yer aldı. Hiçbir haklı gerekçesi olmaksızın Katar’ı tecrit ettiler; Suriye, Somali, Libya ve Yemen’deki kargaşayı yayarak bu ülkelerin egemenliğine zarar verdiler, sivilleri bombaladılar ve (Suriye’de PKK/YPG, Yemen’de El-Kaide gibi) terör örgütlerine destek oldular.
"Arap toprağının hedef alındığı" söylemi ikiyüzlülük
Bu eylemlerin paralelinde bu eksen, “toksik” söylemleriyle kamuoyunu da zehirledi. Bu hareket, kamuoyunun bilinçaltında Katar ve Türkiye gibi mevhum düşmanlar yaratmak suretiyle, eksenin siyasi proje ayağının geri kalmışlığını maskeleme niyeti güttü. Bu eksen Katar ve Türkiye’yi ve onların liderlerini çeşitli şekillerde kötülemek için çok planlı bir şeytanlaştırma kampanyası yürüttü.
Bu koalisyonun propagandasını yaptığı temel hikâyelerden biri “Arap topraklarını hedef alan” sözde saldırganlığa karşı eksenin harekete geçmesidir. Örneğin Suudi gazetesi Ukaz’ın 26 Ekim’de yayımladığı “Riyad’ın yanında duranlar hayal kırıklığına uğramayacaklar” başlıklı bir makalede yazar, “Arap topraklarının ve Araplığı merkeze alan ulus-devletlerin çıkarlarını korumak için Suudi Arabistan’ın önderliğini yaptığı” bir projenin altını çiziyor. Benzer bir tema BAE Dışişleri Bakanı tarafından Türkiye’nin Barış Pınarı harekâtını eleştirmek için kullanıldı. Bakan harekâtı “bir Arap devletinin egemenliğine karşı açık ve kabul edilemez bir saldırganlık” olarak nitelendiriyor.
Bu suçlamaların sığlığı bir yana, bu iddiaların zayıf hafızadan mı, siyasi ikiyüzlülükten mi, yoksa sırf intikam duygusundan mı kaynaklandığı konusu insanın gerçekten kafasını karıştırıyor. Birçok kişi Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ın 2003 tarihli ABD öncülüğündeki Irak işgalinin en güçlü müdafilerinden olduğunu unutmuş değil. Irak’ın işgali, bir Arap ulusuna karşı girişilmiş ve yalanlar, aldatma ve haydutluk eşliğinde irtikap edilmiş haksız ve doğrudan saldırganlığın kusursuz bir örneği mahiyetindedir halbuki.
Bu aynı “ruhla” bu rejimler, Gazze’ye (2008 ve 2009) ve Lübnan’a (1982 ve 2006) karşı ikişer kere düzenlenen saldırıları engellemek, hatta hafifletmek için kıllarını kıpırdatmadılar. Yemen’deki siyasi kargaşaları uzattıkça uzattılar. Benzer şekilde, Güney Sudan’ın ayrılmasına yol açan Sudan’daki iç savaşı durdurmak için -velev ki bir kereliğine olsun- parmaklarını oynatmadılar. Aynı şekilde, Somali’nin 1991 yılındaki iç savaşın ardından “batık devlet” statüsüne düştüğü süreçte de kafalarını başka tarafa çevirdiler.
Arap Baharı sonrası dönemde anti-demokrasi ekseni, çeşitli uluslara karşı gerçekleştirilen saldırıların doğrudan içinde yer aldı. Hiçbir haklı gerekçesi olmaksızın Katar’ı tecrit ettiler; Suriye, Somali, Libya ve Yemen’deki kargaşayı yayarak bu ülkelerin egemenliğine zarar verdiler, sivilleri bombaladılar ve (Suriye’de PKK/YPG, Yemen’de El-Kaide gibi) terör örgütlerine destek oldular. Benzer şekilde, lideri Ebu Bekir el-Bağdadi geçtiğimiz günlerde bir ABD baskınında öldürülen terör örgütü DEAŞ’ın fonlanmasında Suudilerin başat rol oynadığını öne süren haberler mevcut.
Kısacası Türkiye Arap dünyasının doğal bir müttefikidir. Sorunlu ve tehlikeli bir dünyada iyilik için çalışan bir güçtür ve söz konusu örnekler Ankara’nın değer odaklı dış politikasını ortaya koymaktadır. Bu nedenle, anti-demokrasi eksenin yalanları ve sakat hikâyeleri kimseyi kandıramamaktadır. Atasözünde denildiği gibi “güneşi elekle gizlemeye çalışmak beyhude bir uğraştır”.
Demokrasi karşıtı eksen ahlaki pusulasını kaybetti
Filistin davasına gelince, bu rejimler sözde “yüzyılın anlaşması” için aracı oldu. Bazı TV yorumcuları tarafından haklı olarak “yüzyılın tokadı” olarak adlandırılan böylesi bir dalaverenin Filistinlilere cebren ve rüşvetle kabul ettirilmesi girişimlerinde de yine başat rol oynadılar. Bu arada BAE ile iltisaklı bazı kişi ve kuruluşlar, Filistinlilerin mübarek Kudüs şehrinde sahip olduğu hakları zayıflatmak için, Doğu Kudüs’te mülk edinerek bunları İsrailli yerleşimcilere satmaya kadar işi vardırdılar.
Anti-demokrasi ekseninin hukuken pusulayı şaşırmış olduğu ve vicdanını yitirdiği açıktır. Dolapta gizledikleri sıra sıra kirli çamaşırları olan bu rejimlerin şimdiye kadar ortaya koydukları sicilleri, Arap topraklarının korunması yahut Arap ulus-devletlerinin egemenliği konularıyla zerre miktar alakaları olmadığını ortaya koyuyor.
Türkiye ise sıkıntı içindeki Arap halkları için bütün bu rejimlerin toplamından çok daha fazlasını yaptı. Suudi Arabistan ve BAE’nin Suriyeli işadamlarına ve profesyonellere basit bir vize dahi vermediği bir zamanda, Türkiye yaklaşık dört milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapıyor. Ankara ayrıca Libya’da BM destekli hükümete yardım ederken, Somali’nin yeniden inşasına da büyük katkı sağlıyor. Üstelik Ankara 2003 işgalinden sonra Irak’a hayati bir ekonomik “cankurtaran halatı” atmış ve Darfur başta olmak üzere Sudan’a kalkınma yardımı ve insani yardım sağlamıştır. Bu arada Türkiye “yüzyılın anlaşmasının” en yüksek sesli muhaliflerinden biri olarak, bu anlaşmadaki mantıksızlıkları uluslararası ve bölgesel toplantılarda ortaya koymuştur.
Kısacası Türkiye Arap dünyasının doğal bir müttefikidir. Sorunlu ve tehlikeli bir dünyada iyilik için çalışan bir güçtür ve söz konusu örnekler Ankara’nın değer odaklı dış politikasını ortaya koymaktadır. Bu nedenle, anti-demokrasi eksenin yalanları ve sakat hikâyeleri kimseyi kandıramamaktadır. Atasözünde denildiği gibi “güneşi elekle gizlemeye çalışmak beyhude bir uğraştır”.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
[Stratejik iletişim uzmanı Dr. Tarık Şarkavi TRT World Araştırma Merkezi müdürüdür ve “The News Media at War: The Clash of Western and Arab Networks in the Middle East” kitabının yazarıdır]
AA
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.