Meclis, araştırma komisyonu raporuyla 28 Şubat sürecini mercek altına almıştı
Buna göre, raporda yer alan ifadelerden biri de, "28 Şubat müdahalesi, bir ülkenin ordusunun siyasileşmesini ortaya koyması açısından son derece dikkat çekici bir sürece işaret etmektedir" şeklinde dikkati çekmişti..
TBMM
Türk siyasi tarihine "postmodern darbe" olarak geçen 28 Şubat sürecine ilişkin Meclis araştırma komisyonu raporunda, "28 Şubat’ta bir Türkiye klasiği bir kez daha sergilenmiştir. Bu klasiğin adı atanmış-seçilmiş veya devlet-hükümet çekişmesidir. Bir Batılının asla anlayamayacağı bu düşüncenin arka planında, Türkiye’de kendisini devletin gerçek sahibi olarak gören bazı bürokratların, toplumun içinden çıkan seçilmişlere yönelik derin güvensizlikleri yatmaktadır." görüşüne yer verilmişti..
2012 yılında TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu bünyesinde oluşturulan 28 Şubat sürecine ilişkin alt komisyon, 28 Şubat sürecinin öncesinde ve sonrasında yaşanan olaylara değinmiş, raporunda önemli tespitlerde bulunmuştu.
Komisyon raporunda, demokrasilerde, "milli iradenin" dokunulmazlığının esas olduğu anımsatılarak, Türkiye’de her on yılda bir gerçekleştirilen darbelerin milli iradeyi yok ederek, demokrasinin kesintiye uğramasına yol açtığı; Türkiye’nin "kanun devletinden" bir "hukuk devletine" dönüşmesini engel olduğu belirtildi.
Milletin temsil hakkını tehlikeye düşürecek her müdahalenin demokrasi, hukuk ve insan hakları gibi evrensel değerleri çiğnemek anlamına geldiği ifade edilerek, millet iradesinin sürekliliği ve aksatılmaya uğratılmamasının temsili demokrasinin temeli olduğu; bu yüzden demokrasinin, her koşulda korunması ve kültür benliğine nakşedilmesi gereken bir değer olduğunun altı çizildi.
Raporda, "Sivil toplumun gelişmesi, halkın huzur ve refahının sağlanmasıyla, eğitim seviyesinin ve demokrasi bilincinin gelişmiş olmasıyla mümkündür. Bunun için ise siyasi ve iktisadi istikrarın kalıcı olması zaruridir. Her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de, siyasi ve ekonomik istikrarın olduğu dönemlerde iktisadi ve sosyal kalkınma hız kazanmış; buna mukabil istikrarsız dönemlerde istikrarsızlığın bedelini tüm millet ödemiştir. Darbelerin meydana geldiği ara rejim dönemlerinde, ekonomide yüzlerce milyar lirayı bulan kayıplar yaşanmış; bu dönemlerde ortaya çıkan çıkar çevreleri ve rantiye sınıfı merkezi bütçeden en büyük paya sahip olmuş; finansal vurgunlar yapılmış, milletin vergileriyle oluşan merkezi bütçe talan edilmiştir." değerlendirmesine yer verildi.
"Laik Cumhuriyeti tehdit eden bir olumsuzluk"
Türkiye’deki darbelerin sosyal, siyasal, psikolojik ve önemli ölçüde ekonomik boyutlarının olduğu belirtilerek, 28 Şubat müdahalesinin de bu etkenler etrafında şekillenerek darbeyi yapanlar açısından söz konusu boyutların "manipülasyon aracı" olarak kullanıldığı aktarıldı. Raporda, şunlar kaydedildi:
"Bu çerçevede 28 Şubat müdahalesini karakterize eden iki ana unsurdan bahsetmek mümkündür. Bir yönüyle ülkede gelişen olaylar karşısında psikolojik ortamın da etkisiyle halkın verdiği tepkiler, diğer tarafta ise devlet içinde bu refleksleri değerlendirerek siyasete müdahale etmeye çalışan yapılar karşımıza çıkmaktadır. Sivil ve askeri bürokrasinin yürütme organına karşı yürüttüğü bu mücadelede halk hem darbe sürecine maruz bırakılmış hem de 'halkın hassasiyetleri' öne sürülerek müdahale için bir araç olarak tercih edilmiştir.
28 Şubat’ın ekonomik boyutunun dış etkenlerle birleştiği düşünülen yönünde ise dönemin Refahyol Hükümetinin bir dış politika tercihi olarak kullandığı Müslüman ülkelerle diyalog önceliğinin, belli sivil-askeri bürokrasi çevrelerinde 'Laik cumhuriyeti tehdit eden bir olumsuzluk' olarak formüle edildiği görülmüştür. Buna göre Türkiye’nin Batı sisteminin dışına çıkmaması esastır. Bununla birlikte 'havuz sistemi' diye tabir edilen ekonomi politikası düşüncesine karşı, sermaye akışlarının belli bir ideolojik birliktelik temelinde odaklanmasının hedeflendiği ve bunun önemli ölçüde gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Bu durum, ekonomik anlamda refah düzeyi yüksek kesimlerin büyük ölçüde laikliğin savunuculuğunu yapan sivil-askeri bürokratik elitleri desteklemesi, diğer tarafta yer alan ve çoğunluğu oluşturan görece düşük gelir seviyesindeki kesimlerin ise muhafazakar değerler etrafında kümelenmesi sonucunu doğurmuştur.
28 Şubat dönemine damgasını vuran ve siyasi ve kültürel yönleri daha ağır basan laik- muhafazakar bölünmüşlüğü doğal olarak siyasete de yansımıştır. 28 Şubat atmosferinde hem ülke ekonomisinin gelişmesi yönündeki hamlelerin hem de demokrasi ve insan hakları gibi her milletin hak ettiği evrensel değerlerin geliştirilmesini engelleyen çatışmacı bir siyasetin hüküm sürdüğünü söylemek mümkündür.
Koalisyon hükümetinin icraatlarının halka hizmet yönüyle ve ekonomik değer yaratma potansiyelinden ziyade 'Türkiye İran mı oluyor?' benzeri sorgulamalarla değerlendirildiği görülmektedir. Yapısal olarak hükümetin emrindeki askeri bürokrasinin diğer sivil aktörlerle birlikte, irtica tartışmalarının toplum nezdinde alevlendirilmesinde ve hükümete karşı kullanılmasında öncü rol oynadığı anlaşılmıştır. Bu darbeye yeltenenler açısından, toplumdaki dindarlaşma eğilimi Refah Partisinin iktidara gelmesiyle belgelenmiş olmaktadır.
28 Şubat sürecinde özellikle laiklik tanımıyla şekillenen ideolojik tercih, kendisi hariç her türlü farklılığı dışlamış ve düşman olarak görmüştür. Bu yaklaşım irtica kavramını kendi belgelerinde 'iç tehdit' başlığıyla resmileştirmiştir. Sivil ve askeri bürokrasinin gücü elinde bulunduran bir bölümünün verdiği kötü sınav, içinde bulundukları Türk Silahlı Kuvvetleri, yüksek yargı ve üniversiteler gibi çok önemli hizmet birimlerinin halkın gözünde 'milletin kültür ve kimlik değerleriyle kavgalı' birer yapı olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. İrtica temelinde harekete geçirilen ve diğer kamu kurumlarına da sirayet ettiği görülen fişleme dalgalarının yarattığı mağdurlar hiç şüphe yok ki bu sürecin en dertli tanıkları olmuşlardır."
"Mesaisinin önemli bir bölümünü hükümeti düşürmeye harcadı"
Meselenin silahlı kuvvetler açısından belki de en can alıcı kısmının "müdahaleyi normal veya rutin bir prosedür olarak görme alışkanlığı" olduğu belirtilerek, "Harp Okulu müfredatı almak suretiyle siyaseti yönetmeye talip olmak çözülmesi gereken en öncelikli sorundur." ifadesine yer verildi.
"Siyaset kurumuna, siyasetçiye ve genel olarak sivilliğe öncelikle güvensizlik duygusu perspektifinden bakan asker zihniyetinin değişmesi ordunun itibarına önemli bir katkı sağlayacaktır." denilen raporda, "Bu bakış açısının 28 Şubat sürecinde etkin olan diğer çevreler açısından da değişmesi, Anadolu ve taşranın temsil ettiği muhafazakarlığa tepeden bakan anlayışın terk edilmesi önem taşımaktadır. TSK'nın devletin idari yapılanmasındaki ana unsurlar ile demokrasinin yaşamasına katkı sağladığı düşünülen basın, üniversite ve sivil toplum kuruluşları üzerindeki ölçüsüz etki ve baskısı 28 Şubat darbesini kaçınılmaz kılan esas resmi gözler önüne sermiştir. Ordunun bu faktörleri kullanmak suretiyle mesaisinin önemli bir bölümünü milletin iradesiyle iş başına gelen bir Hükümeti düşürmeye harcadığı görülmüştür. Askerin yasal olarak kendisine tanınan sınırı ihlal ettiği ortadadır. Bu süreçte oluşturulan güvensizlik ve korku havası döneme damga vuran özelliklerden biri olmuştur. Bir anlamda toplumun, karar alma mekanizmalarının ve ekonominin militerleştirilmesine teşebbüs edilmiştir." değerlendirmesinde bulunuldu.
28 Şubat müdahalesinin, bir ülkenin ordusunun siyasileşmesini ortaya koyması açısından son derece dikkat çekici bir sürece işaret ettiği belirtilerek, "TSK'nın Refah Partisine olan menfi bakışını iktidara gelmeden önce belli ettiği görülmüştür. Koalisyon kurulduktan sonra iktidardan düşmesi için yapılanlar ise kamuoyunun gözü önünde cereyan etmiştir. Bununla birlikte, asker dışında sürece katkıda bulunan unsurların etkiye açık veya kullanılmaya müsait görüntüleri de demokratik değerler açısından sorgulanmaya muhtaçtır." denildi.
"Bir Türkiye klasiği"
Raporda, şu ifadelere yer verildi:
"28 Şubat’ın geneline bakıldığında asker-toplum ilişkisi açısından ibret alınacak yönlerinin olduğu görülmüştür. Ordu daha önce yapılan darbelerden farklı olarak doğrudan silah tehdidiyle değil, başka bürokratik, siyasi ve toplumsal aktörlerle bu süreci yürütmüştür. Bir bakıma darbeyi kurumsallaştırmıştır. Darbe sürecinde yer aldığı düşünülen ve millet iradesi kavramıyla barışmak gibi bir yol ayrımında olan tüm kesimler için vicdan muhasebesi sürecinin devam ettiği ümit edilmektedir. Gelişmiş ekonomi ve siyasi istikrar darbe teşebbüsleri önündeki en önemli bariyerlerdir. Demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesine yönelik olarak alınacak her karar mağdur olmuş vatandaşlarımıza ödenmesi gereken özür borcunun anlamlı noktalarını teşkil edecektir.
28 Şubat’ta bir Türkiye klasiği bir kez daha sergilenmiştir. Bu klasiğin adı Türkiye’de Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana asker ve sivil bürokraside var olan ve zaman zaman gün yüzüne çıkan atanmış-seçilmiş veya devlet-hükümet çekişmesidir. Bir Batılının asla anlayamayacağı bu düşüncenin arka planında, Türkiye’de kendisini devletin gerçek sahibi olarak gören bazı bürokratların, toplumun içinden çıkan seçilmişlere yönelik derin güvensizlikleri yatmaktadır. Bu hastalıklı düşünce sahiplerine göre, Türkiye’de seçilmişler, bir başka deyişle siyasetçiler, nihai tahlilde, kendi menfaatlerini milli menfaatlerin üzerinde gören kişilerden oluşmaktadır. Bu nedenle, siyasilerin, devlet ve devlet aygıtı tarafından, her zaman ve her şart altında yakından takip edilmesi ve gözetlenmesi zaruridir. Bu anlayış, 1982 Anayasasındaki askeri ve yargı vesayetinin arkasında yatan ana etkendir."
AA
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.