Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, ABD eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından 2003 yılında gündeme getirilen Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) eş başkanı olduğu biliniyor. BOP, ABD'nin öncülüğünde, Ortadoğu coğrafyasını yeniden dizayn etmeyi, bölge ülkelerinin siyasi, ekonomik ve toplumsal yapılarını dönüştürmeyi amaçlayan kapsamlı bir proje. Projenin nihai hedefi, Ortadoğu'da ABD çıkarlarına uygun, Washington yanlısı yönetimlerin iş başına gelmesi ve İsrail'in güvenliğinin sağlanması olarak özetlenebilir.
Erdoğan'ın BOP eş başkanlığı görevi kapsamında, Türkiye'nin dış politikasında köklü değişiklikler yaptığı, ABD ve NATO ile ilişkileri geliştirdiği, İsrail ile stratejik iş birliğine gittiği görülüyor. "Komşularla sıfır sorun" söylemi eşliğinde yürütülen "neo-Osmanlıcı" politikalarla, Türkiye'nin bölgesel bir güç olarak öne çıkarılması hedeflendi. Erdoğan ayrıca 2011'de patlak veren Arap isyanları sürecinde, Mısır, Libya, Tunus gibi ülkelerdeki İslamcı hareketlere destek vererek, bölgede ABD yanlısı muhafazakâr rejimlerin tesisine katkıda bulundu. Suriye iç savaşında ise muhaliflere yardım sağlayarak ve ÖSO gibi silahlı grupları destekleyerek, Esad rejiminin devrilmesi yönünde çaba harcadı. Ancak Suriye krizinin derinleşmesi ve terör örgütü İŞİD'in ortaya çıkışıyla birlikte, Türkiye'nin Suriye politikası çıkmaza girdi.
Öte yandan Erdoğan, BOP'un "Ilımlı İslam" projesinin de en önemli aktörlerinden biri oldu. Bu kapsamda Türkiye'yi "İslam ile demokrasinin bağdaştığı model ülke" olarak sundu, İslami değerleri ön plana çıkaran muhafazakâr bir söylem geliştirdi. Ancak son yıllarda artan otoriterleşme ve insan hakları ihlalleri, Erdoğan'ın bu imajına gölge düşürdü. Bugün gelinen noktada BOP'un hedeflerine tam anlamıyla ulaştığını söylemek zor. Zira Ortadoğu'da istikrarsızlık ve çatışmalar devam ediyor, bölge ülkelerinde demokratikleşme bir türlü sağlanamıyor. Bunda kuşkusuz Erdoğan'ın iç ve dış politikadaki yanlış tercihlerinin de önemli payı var.
Erdoğan'ın "Türk milliyetçiliği de ayağımın altında" sözleri, Türk kimliği ve milliyetçiliği konusundaki tartışmaları alevlendirdi. Oysa Türk milliyetçiliği, Türkiye'nin kurucu değerlerinden biri. Özellikle Osmanlı'nın son dönemlerinde, imparatorluğun Türk unsurunun adeta ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğü, devlet kademelerinde Türklerin yetersiz temsil edildiği biliniyor. Jön Türkler ve İttihat Terakki hareketi, işte bu duruma bir tepki olarak doğdu.
Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı'nın yol açtığı travmalar, Anadolu'da yükselen Türk milliyetçiliğini daha da körükledi. Ancak bu milliyetçilik anlayışı, kökeni itibarıyla ırkçı veya yayılmacı bir nitelik taşımıyordu. Esas olarak insan merkezli, vatanperver bir karaktere sahipti. Nitekim Kurtuluş Savaşı'nda Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu kadroları, farklı etnik, dini ve kültürel unsurları "Türk" üst kimliği altında bir araya getirmeye çalıştılar. Buradaki "Türklük" vurgusu, bir etnik kökene değil, ortak vatandaşlık bilincine, Anadolu kültürünün özüne işaret ediyordu.
Son yıllarda Avrupa'da, özellikle de Fransa, Almanya, İtalya, Macaristan ve Polonya gibi ülkelerde aşırı sağ ve milliyetçi-muhafazakâr akımların güçlendiğine tanık oluyoruz. Bunun temel sebeplerinden biri, küreselleşme sürecinin yarattığı ekonomik ve toplumsal eşitsizliklerin, Avrupa toplumlarında derin bir hoşnutsuzluk yaratması. Özellikle 2008 küresel finans krizinin ardından, neo-liberal politikaların sorgulanmaya başlaması, ulus-devlet modelinin ve korumacı ekonomi anlayışının yeniden revaç bulmasına yol açtı.
Aşırı sağın yükselişinde, Avrupa'nın yaşadığı mülteci ve sığınmacı krizi de önemli bir rol oynadı. Suriye iç savaşı başta olmak üzere, Ortadoğu ve Afrika'daki çatışma bölgelerinden milyonlarca insanın Avrupa ülkelerine göç etmesi, ev sahibi toplumlarda ciddi bir tedirginlik ve tepki yarattı. Popülist siyasetçiler de bu durumdan istifade ederek, göçmen ve İslam karşıtı bir söylem geliştirdiler. Böylece yabancı düşmanlığı ve İslamofobya, aşırı sağın en önemli propaganda malzemelerinden biri haline geldi.
Diğer yandan Avrupa ülkeleri, küresel güç mücadelesinde ABD hegemonyasına karşı yeni ittifak arayışlarına yönelmiş durumda. Başta Fransa olmak üzere, Almanya, İtalya gibi ülkeler, Avrupa Birliği çatısı altında daha sıkı bir siyasi ve askeri entegrasyonu savunuyorlar. AB'nin küresel çapta bağımsız ve etkin bir aktör haline gelmesi gerektiğini vurguluyorlar. Bunun için de transatlantik ilişkilerde ABD'ye olan bağımlılığın azaltılması, AB'nin kendi savunma ve güvenlik yapılanmasını oluşturması şart görülüyor. Avrupa Ordusu gibi iddialı projelerin gündeme gelmesi de bu stratejik hedefin bir yansıması.
Bu süreçte Türkiye'nin izlediği politikalara baktığımızda ise oldukça çelişkili bir tablo ile karşılaşıyoruz. Bir yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Batı karşıtı bir söylem tutturuyor, AB üyelik sürecinin fiilen bittiğini söylüyor. Diğer taraftan milyonlarca Suriyeliye vatandaşlık vererek, adeta Türkiye'nin demografik yapısını değiştiriyor. Üstelik bunu "ensar-muhacir" kardeşliği söylemi eşliğinde, dinsel-mezhepsel saiklerle yapıyor. Oysa aynı iktidar, Türk kimliği ve Türk kültürü ve Türk Milliyetçiliğinin altını oyan politikalar üretenlere sessiz kalıyor, "Türk milliyetçiliği de ayağımın altında" gibi talihsiz açıklamalarla milliyetçi-muhafazakâr çevreleri karşısına aldı. Kamu binalarından “T.C” yi kaldıranlara karşı sessizliğini koruyor.
Ne var ki son yıllarda, özellikle Suriyeli sığınmacılar konusunda izlenen politikalar, Türk kimliği ve milliyetçiliği üzerindeki tartışmaları yeniden alevlendirdi. Milyonlarca Suriyeliye vatandaşlık verilmesi, ülkenin demografik yapısında onarılması güç hasarlara yol açtı. Aşırı milliyetçi akımların güçlenmesine, yabancı düşmanlığının artmasına zemin hazırladı. Avrupa'daki Türk vatandaşlarının vize işlemlerinin zorlaştırılması, Uzak Doğu ülkelerinin bile Türk vatandaşlarına vize uygulamasına başlaması, Türk pasaportunun itibarının zedelenmesine yol açtı.
Tüm bu gelişmeler, Türkiye'nin hem iç barışını hem de dış itibarını tehdit eden boyutlara ulaşmış durumda. Toplumsal kutuplaşmanın derinleştiği, etnik ve dini farklılıkların siyasi istismara konu edildiği bir ortamda, ortak değerlere sarılmak her zamankinden daha önemli hale geliyor. Bu noktada Türk kimliği ve kültürünü, farklı kimlikleri dışlamayan, kucaklayıcı ve birleştirici bir üst kimlik olarak öne çıkarmak gerekiyor. Aksi takdirde ne toplumsal bütünlüğümüzü koruyabiliriz ne de küresel arenadaki saygınlığımızı.
Özetle, Türkiye'nin içinden geçtiği kritik süreçte, sağduyulu ve uzlaşmacı bir yaklaşıma her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Toplumun farklı kesimleri arasında karşılıklı anlayış ve diyaloğu güçlendirmek, ortak paydalarda buluşmak zorundayız. Sığınmacılar sorununun insani ve vicdani boyutlarını gözardı etmeden, ama ülkenin temel çıkarlarını da kollayarak kalıcı çözümler üretmeliyiz. En önemlisi de birlik ve beraberliğimizi zedeleyecek, toplumsal huzuru bozacak söylem ve eylemlerden uzak durmak gerekiyor. Unutmayalım ki, bu ülke hepimizin. Onu hep birlikte omuz omuza vererek yüceltebiliriz.
Bu noktada CHP'ye ve parti içi gelişmelere de kısaca değinmekte fayda var. Bilindiği üzere 2024 yılında yapılan olağanüstü kurultayda, uzun yıllar CHP Genel Başkanlığı yapan Kemal Kılıçdaroğlu, seçimi kaybederek koltuğunu Özgür Özel'e bıraktı. Kılıçdaroğlu döneminde partinin kültürel iktidarı AKP'ye kaptırdığı, kentli-seküler seçmenden uzaklaştığı yönündeki eleştiriler giderek yoğunlaşmıştı. Bu süreçte ulusalcı-Kemalist çizginin temsilcisi olan Özel'in yıldızı parladı ve kritik kurultayda delegelerin teveccühünü kazanmayı başardı. Ancak henüz çok yeni olan Özel yönetiminin, partideki dönüşümü ne ölçüde sağlayabileceği, seçmen nezdinde nasıl bir karşılık bulacağı belirsizliğini koruyor.
Tüm bu gelişmeler ışığında, Türkiye'nin önümüzdeki dönemde izleyeceği iç ve dış politikanın şekillenmesinde, Avrupa'daki siyasi dengelerin de belirleyici olacağı anlaşılıyor. Aşırı sağın yükselişi, AB içi bütünleşme ve ABD hegemonyasına karşı yeni ittifak arayışları, Ankara'nın manevra alanını oldukça daraltıyor. Üstelik Erdoğan iktidarının Suriyeli sığınmacılara yönelik politikaları, Avrupa başkentlerinde iyiden iyiye rahatsızlık yaratıyor. Türkiye'nin uluslararası itibarını zedeleyen, Türk vatandaşlarının yurtdışındaki yaşamını zorlaştıran bu sorunlu yaklaşımın sürdürülebilirliği tartışmalı hale geliyor.
Öte yandan Erdoğan'ın "Türk milliyetçiliği" karşıtı söylemleri ve izlediği kimlik politikaları, ülke içinde de derin bir toplumsal gerilime yol açıyor. Ülkenin kurucu değerlerine yabancılaşan, Türk kültürünü ve tarihini görmezden gelen, dahası ötekileştiren bu anlayışın toplumsal barışı nasıl sağlayacağı büyük bir soru işareti. Bu noktada, tüm farklı etnik ve kültürel kimlikleri kapsayıcı, ama aynı zamanda ortak vatandaşlık bilincini güçlendirici bir siyaset diline ihtiyaç olduğu açık.
Sonuç olarak, Türkiye'nin Avrupa'daki siyasi gelişmeleri doğru okuması ve bölgesel dengeleri gözeterek akılcı politikalar geliştirmesi gerekiyor. Milli çıkarlarımızı ön planda tutarken, demokratik değerlerimizden ve evrensel insan haklarından taviz vermemeliyiz. Birlik ve beraberliğimizi güçlendirmenin yolu da farklı kimlik ve kültürleri zenginlik olarak gören, kutuplaştırıcı söylemlerden uzak duran, uzlaşmacı ve kapsayıcı bir yaklaşımı benimsemekten geçiyor. Ancak böylesi bir vizyonla, küresel çalkantıların arasından alnımızın akıyla çıkabilir, bölgemizde ve dünyada hak ettiğimiz saygın yeri alabiliriz.
Ben bu makalemde, elimden geldiğince konuyu farklı boyutlarıyla ele almaya, objektif ve yapıcı bir yaklaşım sergilemeye çalıştım. Amacım toplumu kutuplaştırmak veya farklı kimlikleri ötekileştirmek değil, ortak değerlerimiz ve çıkarlarımız etrafında birleştirici bir perspektif sunmaktır. Umarım düşüncelerimi makul ve dengeli bir şekilde ifade edebilmişimdir.
Türkiye, tarihi ve coğrafi konumu itibarıyla pek çok farklı kültür ve medeniyetin kavşak noktasında yer alan, zengin bir mirasa sahip ülkedir. Bu çeşitliliği bir arada yaşatabilmek, farklı kimlik ve aidiyetleri ortak bir vatandaşlık potasında eritebilmek elbette kolay değil. Ama unutmayalım ki, bu topraklar yüzyıllardır bu zenginliği barındırmayı ve harmanlayabilmeyi başardı. Bugün de aynı anlayış ve iradeyi gösterebileceğimize inanıyorum.
Bunu başarmanın yolu, kuşkusuz diyalog ve uzlaşıdan geçiyor. Siyasi ve toplumsal hayatımızda centilmenliğin, hoşgörünün, farklılıklara saygının hâkim olduğu bir zemini hep birlikte inşa etmek zorundayız. Aynı geminin yolcuları olduğumuzu, bu ülkenin ortak kaderine omuz omuza yürümek durumunda olduğumuzu asla aklımızdan çıkarmamalıyız. Makro düzeyde ise, çıkarlarımızı korurken ilkeli ve tutarlı bir duruş sergilemeli, evrensel hukuk ve insan hakları normlarından sapmadan, milli hedeflerimize ulaşmanın yollarını aramalıyız.
Türkiye çalkantılı bir coğrafyada, zorlu bir dönemden geçiyor kuşkusuz. Ama sahip olduğumuz potansiyeli, dinamizmi, genç ve yetenekli insan kaynağını doğru şekilde kanalize edebilirsek, önümüzde aydınlık bir gelecek olduğuna yürekten inanıyorum. Yeter ki aramızdaki bağları güçlendirelim, enerjimizi doğru hedeflere yöneltelim. Farklılıklarımızı bir zenginlik olarak sahiplenip, ortak paydalarımızı büyütebildiğimiz ölçüde, her türlü sorunun üstesinden gelebileceğimizi düşünüyorum. Bu ülke hepimizin, geleceğini el ele vererek inşa etmemiz gereken ortak yuva. Bu yolda hepimize düşen sorumluluklar var.
Dilerim sağduyu, hoşgörü ve uzlaşı kültürü hepimize rehberlik eder.