Doğu Akdeniz, kavramsal olarak Kıbrıs ve çevresi olarak algılansa da aslında Karadeniz, Boğazlar ve kısmen Orta Doğu’yu da kapsayan daha geniş bir alan olarak ele alınmalıdır. Bölgesel çatışmalar, özellikle de Orta Doğu’da yaşanan Filistin sorunu, Suriye iç savaşı, Irak’taki istikrarsızlıklar, Mısır’da yaşanan darbe, Yemen sorunu, İran ve Basra’daki gerginlikler, Libya ve Kıbrıs sorunu doğrudan bu bölgeyi etkilemekte..
Farklı güvenlik tehditleri, ulus ötesi terör, göç ve insan kaçakçılığı bu sorunları daha da karmaşık hale getiriyor. Bunlara ek olarak, artan teknolojik kapasite sayesinde deniz alanlarına dair bir paylaşım savaşı başlamış bulunuyor. Derin deniz tabanında sondaj kapasitesi ve su kütlesi içerisindeki kaynakların kullanım imkanları arttıkça bu alanlar da, aynı kara alanlarında olduğu gibi, devletlerin egemenlik mücadelesine sahne olmaya başladı. Uluslararası sular daralırken, uluslar "genişletilebilir kıta sahanlığı" ve "münhasır ekonomik bölge" tanımları ile daha fazla alanı kontrol etme çabası ortaya koyuyor. Bu bağlamda güvenlik sorunları; savaş, çatışma ve ardından çıkan insani krizler ve yasadışı göçle beraber gelişen ekonomik çıkar paylaşımlarıyla ilişkilendirilmiş durumda.
Bu bağlamda, Kıbrıs ve çevresinde artan gerginliğin beklenmedik olduğunu düşünmek epey zor. Zira Kıbrıs sorununun henüz çözülmediği bir dönemde AB tarafından adada tek egemen olarak tanınıp tam üye olarak alınan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) 2004 sonrasında Türkiye-AB görüşmelerini kilitlediği bir ortamda tarafların, birbiriyle egemenlik çatışması yaşarken çok daha çetrefilli bir paylaşım meselesinde bir araya gelmeleri beklenemezdi. Nitekim böyle de oldu.
Türkiye'de ABD ve NATO'ya artan güvensizlik
Rauf Denktaş’ın statükoculuk ile eleştirildiği 2002 KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, muhalifler de Denktaş yanlıları da Kıbrıs ve çevresindeki doğalgaz konusunun masaya geleceğini biliyorlardı. Bu ekonomik kaynağın var olan sorunu nasıl etkileyeceği tartışılırken, GKRY’nin AB üyeliğinin neredeyse kesin olduğu ve 2004 yılına kadar bir çözüm bulunması gerektiği, bulunamazsa durumun daha da zorlaşacağı mevcut KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı tarafından da dile getiriliyordu. Bu yaklaşımın haklı olduğu bugün açıkça ortada. AB üyeliğini elde etmiş bir GKRY ile ne müzakere masasında bir ilerleme sağlanabilmekte, ne de kaynakların bu doğrultuda paylaşılması söz konusu olabilmekte. Kıbrıslı Türklerin eşit egemenlik haklarının kabulü yanında Türkiye’nin de bir komşu ülke olarak Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı bağlamında var olan haklarını da sınırlamaya ve bunun için AB’den ve diğer uluslararası aktörlerden destek bulmaya çalışan GKRY, East-Med ortaklığıyla diplomatik alanda önemli bir güç elde etmiş durumda. Türkiye’nin ABD, AB, Mısır ve İsrail ile yaşadığı gerilimler ise durumu daha da karmaşık hale getiriyor. Diplomatik prosedürlere daha az önem verilen bir dönemde olduğumuz ve Türkiye’ye yönelik tehditkâr söylemler düşünüldüğünde, ortak bir akla dayanan rasyonel bir çözüm arayışının nasıl olabileceği konusu, daha büyük bir merak celbediyor.
Bugün NATO ve ABD, Türkiye tarafından bir güvenlik problemi olarak görülüyor ve daha önce Rusya örneğinde olduğu gibi, askeri müdahalelere ve bölgedeki aktif siyasi şekillendirme faaliyetlerine endişeyle bakılıyor.
Rusya’nın NATO ve Batı karşısında bölgede oynadığı dengeleyici rol Türkiye açısından önemli olmakla birlikte Türkiye bölgede yalnızlaşmakta. NATO bir güvenlik örgütü olarak bir yandan ABD politikalarının aracı haline gelirken, Türkiye’yle bu politikalar konusunda yaşanan anlaşmazlık giderek derinleşmiş bulunuyor. Nitekim Türk Dışişleri yaşanan gerilimlerin NATO ile değil ABD ile olduğunun altını çiziyor.
Bununla birlikte NATO’nun operasyonları bu konudaki durumun tespiti açısından mühim. Ege’de yaşanan göçmen krizi süresince AB’nin sınırlarının korunması konusunda görev yapacak olan deniz güçlerinin tesisinde NATO’ya bağlı bir geminin Türkiye üzerinden gelen göçü kontrol edebilmek adına bu aktivitelere katılması son derece önemli. Korunan, iki NATO ülkesi olan Türkiye ve Yunanistan arasındaki sınır idi, ancak NATO’dan ziyade AB sınırının korunması fikri, Yunanistan’ın AB üyesi olması ve AB-NATO iş birliğini Türkiye’yle yaşanan ihtilaflarında kullanma eğilimi ile daha da ön plana çıkmış durumda. AB’nin belirleyici bir güç olarak devrede olması bu anlamda Türkiye’nin diplomatik alanda yaşadığı sorunlardan biri. Bir NATO üyesi olan Türkiye, Suriye konusunda çeşitli sorunlar yaşarken ve bu konuda destek beklerken sessiz kalan NATO, sembolik bir destek vermekten dahi aciz kalırken, yine Suriye sorununun bir uzantısı olan yasadışı göç konusunda aktif olarak devreye girmekteydi. İnsan kaçakçılığı sebebiyle yaşanan insani dramı durdurmak için ve yeni güvenlik tehditleri bağlamında görev yaptığını söyleyen NATO, benzer sembolik bir varlığı sorunun kaynağında göstermemişti. S-400 krizi bu bağlamda Patriotların Türkiye’ye verilmemesiyle de ilişkili. Suriye politikasında terör örgütü PYD’ye verilen destek de eklenince Türkiye giderek ABD ve NATO’ya yönelik bir güvensizlik içine savrulmuş bulunuyor. Libya krizi de bu anlamda etkili bir belirleyen olmuş, NATO operasyonu Türkiye’nin NATO’nun rolü konusunda endişeler yaşamasına sebep olmuştur. "Koruma sorumluluğu" kavramının NATO aracılığı ve BM Güvenlik Konseyi kararıyla 2011 yılında uygulanması ve “müflis devlet” kavramı üzerinden devletlerin egemenliklerinin dış müdahalelere karşı koruyuculuğunun azalması Türkiye açısından artık rahatsız edici olmaya başlamıştır.
Mevcut ittifak yapıları değişebilir
Benzer endişeleri eski Sovyet etki alanında ilerleyen AB-NATO genişlemesi sebebiyle, özellikle Karadeniz ve Kafkaslar bölgesinde Rusya da duyuyor. Örneğin, Gürcistan’ın 2008 yılındaki işgal sürecinde, Putin, kendi sınırlarını “gasp etmeye” çalışan NATO yüzünden bu bölgelerde yaşayan Rus azınlıkların bundan muzdarip olduğunu iddia ediyordu. Bu örnekte NATO’nun bölgede Türkiye üzerinden hareket ediyor olması sebebiyle Rusya’yla gerginlik yaşanmaktaydı. Bu söylem 1999 yılında Kosova krizi döneminde Miloşeviç tarafından, Yugoslavya’nın dağılmasının ardından diğer cumhuriyetlerde kalan Sırp azınlıklara yönelik olarak da kullanılmış, bu örnekte de NATO ve Batı, Sırpları mağdur eden yayılmacı bir unsur olarak gösterilmişti. Yine bu dönemde Türkiye, NATO ve Batı yanlısı bir tavır takınmış idi. Oysa bugün NATO ve ABD, Türkiye tarafından bir güvenlik problemi olarak görülüyor ve daha önce Rusya örneğinde olduğu gibi, askeri müdahalelere ve bölgedeki aktif siyasi şekillendirme faaliyetlerine endişeyle bakılıyor.
Konu coğrafi bir paylaşım ve sınır belirlenmesi, stratejik kaynaklar ve alan kontrolü olunca tartışmalar jeopolitik eksene kaymış durumda. Devletleri esas alan ve ulusal çıkar hesapları ile tek tek devletlerin özellikle ekonomik çıkarlarının listelenebileceği bu ortamda Türkiye açısından iş birliklerin artırılması gereken bir döneme girildiği açıkça ortada.
AB’nin yeni yayınlamış olduğu “stratejik egemenlik” eksenli açıklamalar da bu açıdan ilginçlik arz ediyor. AB’nin aktörlerin giderek daha da aktif olduğu ortamda, çevresindeki etkinliğini artırma yönünde bir talebi söz konusu. Bu konuda özellikle eski Sovyet nüfuz alanındaki etkinliği bir ölçüt olarak değerlendiriliyor. Örneğin Moldova’da AB’nin yumuşak güç olarak tanımlanan etkisi test edilmektedir. Ancak artan rekabetle birlikte hızlı ve etkili hareket edebilen bir yapı oluşturup etkin olmak isteyen bir AB söz konusu. AB’nin merkezinde yer alan Fransa ve Almanya gibi ülkelerin çevre ülkeler üzerindeki etkinliğinin artacağı bu yapının Türkiye için ne anlama geleceği şüphelidir. Yunanistan ve GKRY yanında tavır alan bu yapıya karşı tedirginlik duyuluyor. Türkiye Ukrayna konusunda hâlâ NATO ve AB’nin yanında duruyor olsa da, Karadeniz’de aktif bir NATO varlığından endişe duymakta. Türkiye’nin üç denizde birden gerçekleştirmiş olduğu tatbikatlar durumun farklı olduğunu gösteriyor.
Konu coğrafi bir paylaşım ve sınır belirlenmesi, stratejik kaynaklar ve alan kontrolü olunca tartışmalar jeopolitik eksene kaymış durumda. Devletleri esas alan ve ulusal çıkar hesapları ile tek tek devletlerin özellikle ekonomik çıkarlarının listelenebileceği bu ortamda Türkiye açısından iş birliklerin artırılması gereken bir döneme girildiği açıkça ortada. Her ne kadar gündemde yeni iş birlikleri ve bloklar varmış gibi görünse de, bu durumun diplomasi kanalları ve biraz yaratıcılık ile değiştirilebileceği söylenebilir. İsrail, Mısır ve Yunanistan üçlüsünün, bugün bir blok gibi görünse de, geçmişte pek çok gerginlikler yaşadıkları biliniyor. Girit’te İsrail uçaklarına hava üslerini kullandırıyor olsa da İsrail’le iş birliği konusu Yunanistan için gayet sorgulanabilir bir durum.
Diplomasi cephesi boş bırakılmamalı
Aynı durum NATO ile yürütülen iş birlikleri için de geçerli. GKRY için NATO üyeliğini öneren açıklamalar GKRY meclisinde hararetle tartışılmış, Kıbrıs’ta Türk askerinin varlığının sebebi olarak görülen bir örgüte GKRY olarak asla üye olunamayacağı açıkça ifade edilmiştir. Aynı durum Kıbrıs sorununun geçmişi düşünüldüğünde Yunanistan’ın ABD ile olan yakın ilişkileri için de kısmen geçerli. Ancak, geçmişte yaşananlar bir isteksizlikten ziyade Türkiye’nin tercih edilmesinden kaynaklanan bir mesafeydi. Yunanistan için ABD ile bugün kurulan yakın ilişki hoşnut olunası bir gelişme. AB, ABD’nin bölgede Türkiye’yi destekleyen yaklaşımına bir denge olarak senelerce dile getirilmiştir. Mevcut durumda Yunanistan açısından ideal durum, hem AB hem de ABD ile yürütülen yakın iş birliğidir.
Bugün uluslararası toplumu arkasına alan GKRY sondaja devam etmek isterken, Türkiye Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye’nin bölgedeki haklarını öne sürmektedir. Fakat uluslararası ilişkilerde kalıcı dostluk ya da kalıcı düşmanlıklar yoktur. İş birlikleri güç kazandırır. Nitekim bir zamanlar Türkiye’nin NATO üyeliği konusunun mecliste tartışıldığı yıllarda Başbakan Adnan Menderes ve Demokrat Parti hükümeti, Doğu Akdeniz’de Türkiye açısından güvenliği artırıcı bir unsur olarak ABD’nin dikkatinin bu bölgeye çekilmesi gerektiğini, ancak bu şekilde Boğazları da içeren Doğu Akdeniz’in güvenliğinin sağlanabileceği iddia etmiştir. Tüm deniz yetki alanlarının paylaşımı konusunda bugün yeniden bir takım düzenlemeler yapılırken, Türk diplomasisine büyük iş düşmektedir. Mavi vatan için diplomasi cephesinin asla boş bırakılmaması gerekiyor.
[Doç. Dr. Zuhal Mert Uzuner Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]
AA