Bütün manipülasyonlara ve engelleme girişimlerine rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın planlanan ABD ziyareti gerçekleşti.
Görüşmenin gerçekleşmesini istemeyen kesimler genel olarak terör örgütü PYD taraftarları ve ABD Kongresi'nde Trump’a karşı olan kesimlerdi. Zaten aşağı yukarı bu iki kesim bir çok konuda örtüşüyorlar. Türkiye’de ise malum mektup söz konusu edilerek görüşmenin iptal edilmesi gerektiği yönündeki görüşleri dile getirenler az değildi. Bu kesimlerin amacı da Türkiye’nin çıkarlarını hiçe sayarak olası bir Türkiye-ABD gerginliğinden nemalanmaktı. Fakat bütün bu manipülasyonlara rağmen görüşme gerçekleşti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın malum mektubu iade etmesi ve basın toplantısında bunu vurgulaması, Türkiye’de mektup üzerinden yapılan anlamsız muhalefeti boşa çıkardı. Ziyaretin gerçekleşmesinin Trump için anlamı ise iç siyasette muhaliflerine boyun eğmemesi olarak yorumlanabilir. Başka bir deyişle, Barış Pınarı Harekatı, S-400 hava savunma sisteminin alımı gibi konuları azil sürecinde malzeme olarak kullanmak isteyen kesimlere boyun eğmemiş oldu. Türkiye’nin ısrarları sonucunda Ferhat Abdi Şahin (Mazlum Kobani)’ni ABD’ye davet etmekten vazgeçerek ziyaretin önünü açması da Trump’ın verdiği bir taviz olarak değerlendirilebilir.
Görüşmeden ne tür somut sonuçlar çıktığını görmemiz için bir süre daha beklemek gerekebilir. Ancak yapılan açıklamaların sunduğu ipuçları üzerinden bir değerlendirme yapmamız da mümkün.
Görüşmenin üç boyutu: İttifaklar, ikili ilişkiler ve Suriye
Krizlerin 'yeni normal' haline geldiği bir dünyada yaşıyoruz. İttifakların önemli test alanlarından geçtiği ve krizlerle sarsıldığı bir dünyada yaşadığımız artık bir sır değil. Türk-Amerikan ilişkilerinin ve ittifak alanlarının da bu düzlemden nasibini alması gayet doğal ve nitekim alıyor da. Ortak tehdit bağlamında kurulan NATO'nun üyelerinin birbirinin ayağına basması, terör örgütlerine karşı ortak bir tutum sergilememesi, terör örgütü PKK’nın kabuk değiştirerek evrildiği bir dönemde yeni isimlerle meşrulaştırılmaya çalışılması ve DEAŞ yükünün Türkiye’nin üzerine yıkılmasına yönelik tavırlar bu krizin en önemli göstergeleri. Böylesi bir ortamda ittifakların sorgulanır hale gelmesi de gayet doğal.
Erdoğan-Trump görüşmesinin hemen ardından düzenlenen basın toplantısında Trump’ın ilk olarak NATO çatısı altındaki ittifakı vurgulaması, ABD’nin Türkiye’nin bu bağlamdaki rolünü görmezden gelmediğinin açık bir delili. Dahası, Başkan Yardımcısı Pence’in başkanlığındaki ABD heyetinin Türkiye ziyareti sonrasında varılan mutabakatın ilk maddesinin ittifakın devam ettirilmesine yönelik olması bu anlamda önemli. Bu durum, yaşanan krizlerin ve iniş-çıkışlara rağmen ittifak ilişkisinin devam etmesi gerektiğine yönelik bir niyet beyanıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu ittifakın Türkiye için tehdit oluşturabilecek adımlardan kaçınarak Türkiye’nin güvenliğine katkı yapan bir düzleme evrilmesidir.
S-400/F-35 denkleminin de, Suriye krizi ve PYD meselesinin de, mülteci meselesinin de kilitlendiği nokta tam da burası. NATO üyesi bir ülke olan Türkiye bu ittifakın ileri bir karakolu ya da Batı güvenliği için tampon bölge değildir. Batılı ülkelerin Türkiye’yi bu düzeleme konumlandırmaya çalışmaları da kabul edilemez. Fransa başta olmak üzere, AB içindeki kimi kesimler için Türkiye mültecilere süresiz ev sahipliği yapacak, DEAŞ militanlarını içinde tutacak ve PYD’nin bir devlete dönüşmesine ses çıkarmayacak, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’taki gelişmelere de kulağını tıkayacak bir aktöre indirgenmektedir. Erdoğan’ın bu tavra yönelik itirazı dün akşamki basın toplantısına da yansıdı ve Türkiye’nin argümanlarını -dolayısıyla çıkarlarını- Trump, senatörler ve dünya medyasının önünde savundu. Daha önemlisi, Türkiye’nin güvenliği ve çıkarlarının görmezden gelindiği bir atmosferde alternatif arayışlara girmek Türkiye’nin en doğal hakkı. Somutlaştırmak gerekirse, Patriot sisteminin verilmediği ve her bir siyasi dalgalanmada ortağı olduğu F-35 projesinden çıkarılma tehdidine karşı Türkiye S-400 hava savunma sistemine de yönelir, F-35’in alternatifleri ile de.
Basın açıklamasının en dikkat çekici noktalarından biri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki ülke ilişkilerinin ticari boyutu ile siyasi boyutunun birbirinden etkilenmeyecek bir seviyede tutulması üzerinde görüş birliğine vardıklarına dair cümlesiydi.
İkili ilişkilerin serencamı
Basın açıklamasının en dikkat çekici noktalarından biri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki ülke ilişkilerinin ticari boyutu ile siyasi boyutunun birbirinden etkilenmeyecek bir seviyede tutulması üzerinde görüş birliğine vardıklarına dair cümlesiydi.
Eğer ilişkiler bu düzleme oturursa -ki Rusya ile oturduğunu söylememiz mümkün- Türkiye’nin daha otonom bir kabiliyete erişeceğini ifade etmek mümkün. Bu yaklaşım biçimi aynı zamanda ikili ilişkilerin tümden kopmayacağı ve meselelerin tek tek kendi bağlamında ele alınacağını gösteriyor. Örneğin, S-400’ler konusunda görüşmelerin devam edeceğine yönelik ifadelere rağmen (ki bu ifadeler bu konuda nihai bir anlaşmaya varılmadığına işaret ediyor) Erdoğan liderliğindeki Türk heyetinin ABD’den ayrılmadan Senatör Graham’ın Ermeni meselesine ilişkin tasarıyı bloke etmeye yönelik hamlesi bu açıdan önemli bir gösterge. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde bir yandan siyasi ve güvenliğe ilişkin konularda çetin müzakereler yürütülürken ticari alanda ilerleme sağlanması sürpriz olmayacak.
Trump'ın, Erdoğan’ın Kürt nüfus ile PKK/PYD arasında yaptığı ayrımı “Kürtler içindeki bir takım terör örgütleri” ifadesi ile kabullenmesi ve DEAŞ'lıların kaynak ülkelere geri gönderilmesi argümanlarını kabul etmesi AB üzerinde baskı oluşturacak.
Suriye ve Güvenli Bölge
Suriye ve Güvenli Bölge başlığı ziyaretin en önemli konularından birisiydi. Başta PYD elebaşı Ferhat Abdi Şahin’in meşrulaştırılması olmak üzere PYD’nin Türkiye-ABD mutabakatını bozmaya yönelik sabotajları, DEAŞ’lıların kaynak ülkelere iadesi, Türkiye’nin mültecileri Güvenli Bölge’ye yerleştirme planı gibi konularda Trump’ın oldukça pozitif bir yaklaşım gösterdiği anlaşılıyor. Her şeyden önce içerdeki bütün muhalefete ve azil sürecinin oluşturduğu baskıya rağmen Barış Pınarı Harekatı’nı kabullenmesi ve DEAŞ’la mücadelede Türkiye’nin sahip olduğu merkezi role vurgu yapması bu açıdan önemli. Erdoğan’ın Kürt nüfus ile PKK/PYD arasında yaptığı ayrımı “Kürtler içindeki bir takım terör örgütleri” ifadesi ile kabullenmesi ve Türkiye’yi son günlerde en fazla sorunsallaştıran senatörlere anlatılmasına zemin hazırlaması Türkiye’nin bu konuda elini güçlendirdiğini ifade etmek mümkün.
Trump'ın, DEAŞ’lıların başta Avrupa olmak üzere kaynak ülkelere geri gönderilmesine yönelik argümanı kabullenmesi ise Avrupa ülkeleri üzerinde bir baskı oluşturacaktır. Aslında Trump’tan Erdoğan’ı baskılama beklentisi içinde olan bu ülkelerin artık Türkiye’ye karşı elinin zayıfladığını ifade etmek mümkün. Türkiye’nin Güvenli Bölge ile mülteci meselesinin çözümünü birleştiren planı Avrupa ülkeleri için de en optimum yaklaşım. Ancak Avrupalı ülkelerin bu meselelerin maliyetini Türkiye’ye yükleme gayreti bu yaklaşımı sakatlamakta.
NATO devlet başkanları toplantısı sırasında Güvenli Bölge, mülteciler ve DEAŞ’lıların iadesi konusunda Türkiye ile bir araya gelmesi beklenen Almanya, Fransa ve İngiltere liderlerinin ellerini taşın altına sokmak ve Türkiye ile daha fazla iş birliği yapmalarının önü de açılmış oldu. Zira böylesi bir iş birliğine yanaşmamaları durumunda Avrupa sınırlarına bırakılacak olan DEAŞ’lılar ve Suriyeli mülteciler Türkiye’nin değil Avrupa’nın sorunu haline gelecektir.
[Orta Doğu'da otoriteryenizm, demokratikleşme, asker-sivil ilişkileri alanlarında çalışan İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesi Veysel Kurt, aynı zamanda SETA Stratejik Araştırmalar Direktörlüğü'nde görev yapmaktadır]
AA