Kitapta; Garipoğlu ailesinin cinayet sonrası oğulları Cem’in ölmesini isteyecek psikolojiye sahip oldukları ve olayı örtbas etmek için katı ‘pazarlıklar’ yaptıkları detaylı bir şekilde anlatılıyor.
Cem Garipoğlu tarafından başı kesilerek öldürülen 17 yaşındaki Münevver Karabulut’un babası Süreyya Karabulut, ‘Körebe: Kızım Münevver’in Ardından’ isimli bir kitap yazdı. Cinayetin ardından Karabulut ailesinin yaşadıklarının anlatıldığı kitapta Süreyya Karabulut, daha önce hiç söz etmediği Ayfer Garipoğlu’yla yaptığı 10 görüşmeyi de anlattı.
Karabulut cinayeti davasında ‘suçluyu kayırmak’ suçundan 3 yıl hapis cezasına çarptırılan katil Cem Garipoğlu’nun amcası Hayyam Garipoğlu’nun eşi Ayfer Garipoğlu’nun bir gün önüne çıktığını anlatan Süreyya Karabulut, “‘Ben Cem’in yengesiyim. Lanet olsun, inşallah ölür Cem!’ dedi. Birden ağlamaya başladı” dedi. Ayfer Garipoğlu’nun ilerleyen günlerde kendisini aradığını ve defalarca buluştuklarını söyleyen Karabulut, Garipoğlu’nun kendisine “Kiradan kurtul” diyerek ev almak istediğini, kendisinin okul yaptırmak için ısrar ettiğini anlattı.
Cinayetten 197 gün sonra teslim olan Cem Garipoğlu, suçu işlediğinde 17 yaşında olduğu için indirimle 24 yıl hapse mahkum edildi. Karabulut’un vahşice öldürülmesi aylar hatta yıllarca ülke gündeminden düşmedi.
Cinayet ardı hesaplaşmalar
Münevver Karabulut’un babası Süreyya Karabulut ‘Körebe: Kızım Münevver’in Ardından’ isimli bir kitapla cinayetin ardından dönen hesaplaşmaları kaleme aldı. “Sizin hiç canınızdan can alındı mı? Benim alındı. Ne yazık ki canım alındı...” önsözüyle başlayan kitapta Karabulut’un ölüm haberini ailenin alma süreci, Münevver’in doğumundan, Cem Garipoğlu ile yaşadıkları ‘aşk’a, son yolculuğuna uğurlandığı günden, mahkeme sürecine, basında bu cineyete ilişkin çıkan haberlere kadar cinayetin ardından geçen her gelişme yer alıyor.
‘İnşallah ölür Cem’
Kitabın en dikkat çekici bölümü ise cinayetin ardından Garipoğlu ailesinden bir ferdin baba Karabulut’un yolunu bir anda “Lanet olsun, inşallah ölür Cem!” sözleriyle kesmesi ve ardından esrarengiz Garipoğlu ile baba Süreyya Karabulut arasından geçen görüşmeler.
Postiga Yayınları’ndan piyasaya çıkan kitapta bugüne kadar ortaya hiç çıkmamış ayrıntılar yer alıyor.
‘Mevlit okut’ diye para verdiler
(....) Tazminat davasının sonuçlanmasına yakın beni aramaya başladı. Garipoğlu ailesinin darmadağın olduğunu, çok zor şartlar altında yaşadığını söyledi. Cem’le ilgili de ‘Bu psikopat keşke kendini öldürseydi...’ dedi (...)
“(...) Bir görüşmemizde A. Garipoğlu bana ‘Sana 5 bin lira para göndereceğim, Münevver’in adına mevlit okut’ dedi. Ben de nasıl olduysa ‘peki’ demiş bulundum. Bazen sonradan içinizi rahatsız eden ama o an gaflete düşüp ‘olur’ dediğiniz anlar olur ya, tam böyleydi durum. Birkaç gün sonra şoförüyle zarf içinde 5 bin lira para gönderdi. Parayı Münevver adına Diyanet Vakfı’na bağışladım. (...) Ayfer Garipoğlu, tazminat davasının sonuçlanmasına yakın beni aramaya başladı. Garipoğlu ailesinin darmadağın olduğunu, çok zor şartlar altında yaşadığını söyledi. Cem’le ilgili de ‘Bu psikopat keşke kendini öldürseydi...’ dedi. Kocasının suçsuz olduğunu söylüyordu. Ama Hayyam’ın suçlu olduğu tescillenmişti zaten.”
Maaş bağlamayı bile teklif etti
(...) Oturduğumuz kafelerde bile hesabı ödemesine izin vermiyordum, her bir çayımın, hatta onun çay paralarını ödedim, o kimdi ki bana para teklif edecek, çaylar ısmarlayacaktı. (...)
“Bir gün önümde bir kadın durdu. ‘Ben Cem’in yengesiyim’ dedi. Bir anda buz gibi oldum. Hemen lafa girdi. ‘Lanet olsun, inşallah ölür Cem!’ dedi. Ailenin darmadağın olduğunu, üzgün olduklarını, Garipoğlu ailesinin artık bu ülkede yaşayamayacağını, lekenin yüzyıllar boyu süreceğini söyledi. Ağladı. (...)
İlerleyen günlerde ben onu aramadığım halde beni aradı, Bakırköy’de bir kafede oturduk. Sonraki günlerde de peşimi bırakmadı, yaklaşık on kez bir araya geldik. Bu konuşmalarımızda ben cinayeti çözmeye çalışıyordum, ser verip sır vermiyordu.
Bana Avrupa Konutları’ndan bir daire alacağını söyledi. Okul diye ısrar ediyordum. Bu kez ‘Size lüks bir hayat sağlayacağım’ diyordu. Münevver öldükten çok hayır yaptırdığını, dua okutturduğunu söylüyordu. Hatta şirketlerinden maaş bağlamayı bile teklif ettiler. Oturduğumuz kafelerde bile hesabı ödemesine izin vermiyordum, her bir çayımın, hatta onun çay paralarını ödedim, o kimdi ki bana para teklif edecek, çaylar ısmarlayacaktı.
Okul kızının adına olmasın
(...) Ayfer Hanım, ‘Allah bir, namus bir, ben bu projeyi (okul) yaptırırım. Bizim için büyük para değil. Eğer ben ölürsem, iki tane yetişkin oğlum var, onlara vasiyet ettim. Onlar yaptıracaklar’ dedi. (...) Ben Encümen’den geçen belgeyi belediyeden aldım, Ayfer Garipoğlu’na verdim. Kendisi de sevindi, ‘Bak yerimiz hazır, MEB’den gelecek evrakları, projeyi bekliyoruz’ dedim. Müteahhide gittim, projenin maliyetini sordum. 1 trilyon 850 milyar gibi dedi. Dönüşte ‘Ben projeyi çizdirdim, temeli atmamız lazım’ dedim. ‘Aaa çok iyi’ dedi ve tüm evrakları benden aldı. Beşinci görüşmemizde, ‘Bak ben insan içine çıktım, daire vs. hiç önemli değil, gerekirse ben tazminat davasının bir kısmından da feragat ederim ve okula aktarırım, okul yapılsın’ dedim. Bunun üzerine ‘Ben kaynım Nida Garipoğlu ile görüştüm, bana dedi ki kızının adına okul olmasın’ bu cümleyi duyar duymaz başımdan aşağı kaynar sular indi.”
‘Kasayı açalım, altınları verelim’
(...) Bankadan kredi çekeyim, altınları da vereyim, neyim varsa al. Kesinlikle çocuklarıma dokunma, istersen canımı al, istediğin yere de gelirim, benim için hiç fark etmez, ben zaten ölmüşüm. (...)
“Tazminat davası kesinleştikten 1 gün sonraydı. Avukatımız Rezan Epözdemir’in ofisine gitmiştim. Telefonum çaldı. ‘Ben Tülay Makbule Garipoğlu, sizinle görüşmek istiyorum’ dedi. ‘Ne görüşeceksin?’dedim. Bana, ‘Bize bir rakamla gel sana bu parayı ödeyeceğiz’dedi. ‘Kesinlikle böyle bir şey olamaz son kuruşuna kadar alırım, çünkü ben okul yaptıracağım’ dedim. Bir süre sonra tekrar aradı, ‘Sizinle karşılıklı görüşmem lazım’ dedi, bunca ısrardan sonra açıkçası ne yüzle gelecek, ne konuşacak diye düşünüyordum ve ‘Tamam’ dedim. Yalnız geldi. Görünce tüylerim diken diken oldu. Onu öldürmemek için kendimi zor tuttum. Onunla görüşeceğimden kimseye bahsetmemiştim. Oturdu, soğuk bir selamlaşmanın ardından, ‘Bizim iki trilyon paramız yok, anlaşmaya varalım. Bankadan kredi çekeyim, altınları da vereyim, neyim varsa al. Kesinlikle çocuklarıma dokunma, istersen canımı al, istediğin istediğin yere de gelirim, benim için hiç fark etmez, ben zaten ölmüşüm. Cem cezaevinde kendini öldürse de kurtulsak, bu iş kapansın’ dedi. (...)
‘Kıymık kıymık parçalasam hırsımı alamaz haldeydim’
(...) Cem’i araştırdıkça edindiğim en net bilgi; ortada kalmış bir çocuk olduğuydu, yani ne Türk
ne Avrupalı,
ne sevgiyle büyümüş, ne de sahiplenilmeyi bilmiş. Cebine parası konulmuş, eğitim maksadıyla başlarından atılmış bir
çocuk. (...)
Baba Karabulut, kitapta ‘Cem’e dair’ adlı bölümde kızını öldüren Cem Garipoğlu için ise şöyle diyor:
“Cem’i anlamak için uğraşmadığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, kızımın saf ve temiz dünyasında ne aradığını, onun bir çiçek gibi güzel ve naif ruhuna niye sızmaya çalıştığını anlamak için günlerce, gecelerce kafa yordum. Aileden uzak, karanlık sokakların çocuğu olarak yetişen bu çocuğun kızımda ne aradığını, ne bulduğunu ve niye öldürdüğünü anlama niyetim çok da yeterli değildi. Elbette ona sağlıklı bir biçimde bakamazdım. Ama Cem’i araştırdıkça edindiğim en net bilgi; ortada kalmış bir çocuk olduğuydu, yani ne Türk ne Avrupalı, ne sevgiyle büyümüş, ne de sahiplenilmeyi bilmiş. Cebine parası konulmuş, eğitim maksadıyla başlarından atılmış bir çocuk. Türkiye’ye döndüğünde karşılaştığı tablo; küçük kızlarıyla yakından ilgilenen bir anne, annesine bağlı olmayan bir baba ve çeşitli yolsuzluklara adı karışmış, dünyanın ıncığını cıncığını bilen bir amca.”
Bu benim damadım mı olacaktı?
Karabulut, duruşma salonunda Cem’i gördüğündeki hislerini ise şu cümlelerle paylaşıyor: “Cem’in yüzünü gördüğümde tüylerim diken diken oldu. ‘Bu benim damadım mı olacaktı’ diye düşündüm. O anda benim elime verseler de kıymık kıymık parçalasam yine hırsımı alamaz haldeydim. Göz göze geldik, tebessümle bakıyordu, öyle rahattı ki sanki o cinayet işlememiş de ben işlemişim cinayeti... İçimden haykırmak geliyordu ama susuyordum.” (Milliyet)