İstanbul
Doç. Dr. Murat Aslan, 13 Kasım 2022'de İstiklal Caddesi'nde terör örgütü PKK/PYD tarafından gerçekleştirilen terör saldırısının yıl dönümünde Güney Doğu sınırındaki tehlikeyi, Batılı devletlerin yarattığı çarpık algıyı ve Türkiye'nin süreci nasıl yürüttüğünü AA Analiz için kaleme aldı.
***
PKK/PYD terör örgütünün İstiklal Caddesi’nde düzenlediği terör eyleminin üzerinden bir yıl geçti. Saldırıyı planlayanların bir kısmı Irak veya Suriye’de olmasına rağmen gerçekleştirenlerin çoğu yakalandı ve yargı süreçleri devam ediyor. Saldırıda kullanılan düzeneği Suriye’den Türkiye’ye sokan Ahlam Albashir ve Bilal el-Hacmaus’un, Suriye’de terör örgütü tarafından özel bir eğitime tabi tutuldukları artık bilinen bir gerçek.
Bazı tespitler
İstiklal Caddesi’ndeki terör saldırısını görmek ve farklı yönlerini açıklayabilmek adına bazı tespitleri seslendirmekte fayda var. Terörizmin tanımının olmadığına dair "safsata" Batılı akademisyenler arasında kabul görse de İstiklal Caddesi saldırı tartışma götürmez bir terör saldırısıdır. Sivillere yönelik doğrudan ve hedef gözetilmeksizin bir saldırı gerçekleştirildi. Siyasi ve ideolojik bir hedefin tahakkuku için şiddet net bir şekilde tercih edildi. Sonuçta terör saldırısı sonrasında 6 masum vatandaş hayatını kaybederken 99 kişi yaralandı.
Saldırıyı gerçekleştirenler Suriye’den Türkiye’ye gönderildiklerini, kendilerini gizlemek için "koruma statüsü verilmiş" Suriyeli gibi çalıştıklarını ve bölgede keşif yaptıklarını ikrar etti. O halde, PKK/PYD terör örgütünün bu saldırıyı Suriye’de planladığı tartışma götürmez bir gerçek. Patlayıcıların önce Suriye’de üretildiğini itiraf eden Albashir, temmuz ayındaki duruşmada ifade değiştirdi ve patlayıcıların kendilerine Türkiye’de teslim edildiğini iddia etti. İfade değiştirse de Albashir’in patlayıcıyı örgüt üyelerinden teslim aldığını söylemesi terör örgütünü bu eylemin merkezine çekiyor.
Saldırıyı gerçekleştiren zanlılar Suriyeli ve Arap kökenli. PKK/PYD terör örgütünün Suriye’de "askere alma" adı altında zorla devşirdiği ve ideolojik eğitimden geçirdiği şahısları bu saldırıda kullanması dikkat çekici. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nın Özel Kuvvetler aracılığıyla telkini sonrasında kendine "Suriye Demokratik Güçleri" (SDG) ismini veren PKK/PYD terör örgütünün Marksist ideoloji üzerinden farklı etnik kimliklerin beynini yıkadığı görüldü.
Örgüt, Arap kökenli Suriyelilerin terör saldırısını gerçekleştirmesiyle eylemi "inkar edebilme" esnekliğini elde etmek istedi. Ayrıca Türkiye’de koruma statüsü verilmiş Suriyeliler ile Türk toplumunu, özellikle Cumhurbaşkanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) seçimleri öncesinde karşı karşıya getirme amacını güttü.
Saldırının Batı'da yansımaları
Terör saldırısının ABD ve Avrupa cenahında yarattığı etkiye değinmekte fayda var. Amerikan yönetiminin ve Avrupalı devletlerin resmi politikası her zaman “PKK ve PYD aynı örgütler değil”, “Suriye Demokratik Güçleri DEAŞ ile mücadele eden laik ve multi-etnik yapıdır”, “Suriye Demokratik Güçleri Suriye’nin tüm etnik toplumlarını temsil ediyor” gibi söylemler üretti. Eleştiri gelince de “Gözümüzü (DEAŞ kastedilerek) toptan ayırmayalım” ana söylemi seslendirildi. Bu sözlere uygun olarak da terör örgütünün yöneticileri ABD ve Avrupa’da törenlere çağrıldı ve bunlardan bazılarına da ödüller takdim edildi.
Taksim’deki 13 Kasım ile İçişleri Bakanlığı’na yönelik 1 Ekim terör saldırıları sonrasında adeta terör örgütüne "özel muamelede" bulunan bu devletlerin "gerçeği" ortaya çıkıverdi. Suriye’de planlanan, eğitimi verilen ve İstanbul’da icra edilen terör saldırılarıyla PKK ile PYD’nin aslında aynı örgütler olduğu ispatlandı. PYD’nin ve silahlı kanadı YPG’nin DEAŞ bahanesiyle -ki DEAŞ’in nasıl ortaya çıktığı da kuşkulu- yeni bir bölgesel düzen için besiye alınan terörist örgüt olduğu anlaşıldı. Örgütün "devletimsi" bir yapıya kavuşturulması, "topraklandırılması", farklı isimler verilip "meşrulaştırılması" sürecinde çifte standardın sınırının olmadığı görüldü. Öte yandan Batılı devletlerin terörizme dair müktesebatları incelendiğinde, Suriye’deki çelişkiye rağmen İstiklal Caddesi saldırısına kılıf bulmak mümkün değil. Yani ABD ve Avrupa "sobelendi" ve teröre destek veren ülke durumuna düştü.
Yargı süreci nasıl işliyor?
Saldırı sonrasında devam eden yargı sürecine de odaklanmak gerek. Teröristlerle hukuki deyimiyle "yatakçıları" şeffaf bir şekilde yargılanıyor. Avukata erişim hakları mevcut. İddianameyi okumadığı için ek süre isteyen Albashir’e savunmasını hazırlaması için yeterli zaman verildi. Sanıklar ifadelerini mahkeme heyeti önünde değiştirebiliyorlar. Böyle bir yargı sürecinin ABD'de ve Avrupa’da ne düzeyde mevcut olduğunu sorgulamak hukukçuların alanına giriyor. Ancak 13 Kasım İstiklal saldırısı sonrasında ister istemez yeni bir tartışma yapmakta fayda var. Batılı devletler böyle bir terör saldırısı kendi şehirlerinde olsaydı nasıl bir hukuk işlerdi?
Örnek olarak Fransa’yı incelemek mümkün. Albashir, saldırıyı Paris’te yapmış olsaydı 6 gün avukatına erişim olmadan ve ailesine haber verilmeden sadece devleti temsil eden "özel savcı ve yargıçlar" tarafından izole edilip sorgulanacaktı. Avukatların savunmaya dair tüm talepleri bu 7 Fransız yargıcın herhangi biri tarafından reddedilecekti. Bu yargıçlar aracılığıyla önleyici mahiyette arama, sorgulama veya tutuklama yapılabilecekti. Yani kanıta gerek kalmadan yargıçlar kanaatlerine göre hareket edebilecekti. Yargı süresine yönelik kısıtlama da olmayacaktı.
Türkiye’nin 40 yıldan fazla sürede feda ettiği 40 bin "can" dikkate alındığında İstiklal Caddesi saldırısıyla sonrasındaki yargı süreci yeni bir bakış açısını dikte ediyor. Avrupalıların dikte etmeye çalıştığı "vize serbestisi için terörle mücadele kanununuzu değiştirin" telkininin ne kadar tutarlı olduğu pek belli değil.
ÇIKARIMLAR
13 Kasım İstiklal Caddesi saldırısı sonrasında, alınan dersler ve çıkarılan sonuç bağlamında bazı tespitlerde bulunmak faydalı olabilir. Öncelikle PKK, PYD, YPG, KCK veya SDG; adı veya kısaltması ne olursa olsun, tüm bu örgütler aynı. İsim değiştirmek bu örgütleri ne masumlaştırır ne de meşrulaştırır. Saldırının talimatını veren, planlayan ve icra edenler Suriye’deki bu örgütlerin üyesi.
İkinci husus, terör örgütünün Arap kökenli Suriyelileri bu saldırıda kullanmış olması, Türk toplumunda Suriyelilere yönelik ön yargı oluşturmadı. Gerçeği ve arka planı gören toplum sağduyu ile hareket etti ve seçimlerde göçmen karşıtlığına prim vermedi.
Üçüncü husus, kanunun dikte ettiği standart protokol uygulandı ve yargı süreci devam ediyor. Diğer devletlerde olduğu gibi hukukun temel ilkelerine ve teamüllerine aykırı bir uygulamaya gidilmedi.
Son olarak diğer devletlerin, DEAŞ bahanesiyle meşrulaştırmaya ve topraklandırmaya çalıştığı terör örgütüne destek veren devletlerin gerçek yüzü ortaya çıktı. Batılı devletlerin "ödüllendirdiği" bu teröristleri sahiplenmesine yönelik mazeret veya dayanak yok. Saldırı sonrasında kınama mesajı yayınlamak ve Irak’taki terör örgütü PKK’yı işaret etmek artık inandırıcı veya samimi değil. Türkiye’de gerçekleştirilen herhangi bir terör saldırısının faili, adı ne olursa olsun Irak veya Suriye’deki bölücü terör örgütü olduğu sürece ABD ve Avrupalı devletler de aynı oranda bu saldırının bir tarafıdır.
[Doç. Dr. Murat Aslan, Hasan Kalyoncu Üniversitesi Öğretim Üyesi ve SETA Kıdemli Araştırmacısıdır.]