HOŞGÖRÜ VE BİRLİKTELİĞİN SOSYOLOJİK, DEMOKRATİK VE ULUSLARARASI BOYUTLARI

Baki ŞİMŞEK

HOŞGÖRÜ VE BİRLİKTELİĞİN SOSYOLOJİK, DEMOKRATİK VE ULUSLARARASI BOYUTLARI

Bu kısımda, 1. bölümde ortaya koyduğum çerçeveyi biraz daha genişleterek hoşgörü ve birlikteliğin sosyolojik boyutunu, demokratikleşme süreçlerine etkisini ve farklı ülkelerin tecrübelerinden bazı örnekleri ele alacağım. Böylece, “Hoşgörü ve birlikteliğin hâkim olacağı bir siyasi yapının, üniter devlet anlayışımızı ve milliyetçi görüşümüze neden zarar vermeyeceği” konusu, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda sosyolojik ve uluslararası perspektiflerle de incelenecektir.

2. BÖLÜM / 1. KISIM:

HOŞGÖRÜ VE BİRLİKTELİĞİN SOSYOLOJİK BOYUTU

Sosyolojik açıdan hoşgörü ve birliktelik, toplumdaki birey ve grupların karşılıklı etkileşimini, paylaşılan norm ve değerleri, kolektif kimlik ve aidiyet bağlarını doğrudan etkileyen iki önemli kavramdır. Bir toplumu, yalnızca “ortak bir geçmiş” veya “yasal çerçeve” bir arada tutmaz; aynı zamanda, o toplumdaki farklılıkların bir arada yaşama iradesi de belirleyicidir. Bu irade, gündelik hayatta pek çok düzeyde ortaya çıkar. Mahalle dayanışmalarında, sivil toplum kuruluşlarının etki alanlarında, cemaat yapılarının gönüllü faaliyetlerinde ve çeşitli derneklerin çalışmalarıyla şekillenen etkileşim ağlarında görülebilir. Hoşgörünün ve birlikteliğin varlığı, toplumsal huzurun sürdürülmesi ve sosyal sermayenin güçlenmesi açısından kritik önem taşır.

Hoşgörü, sosyolojik olarak yalnızca “öteki” kabul edilen gruplara katlanmak ya da onları geçici olarak “hoş görmek” biçiminde tanımlanmaz. Aksine, farklı kimlik, inanç ve yaşam tarzlarına karşı derin bir saygı ve anlayış geliştirmeyi içerir. Bu anlayış, bireyin kendi kimliğini ve değerlerini muhafaza etmesini engellemez; tam tersine, toplumsal birlikteliğin farklı özneler tarafından olumlu bir deneyim olarak yaşanmasını sağlar. Bu çerçevede hoşgörü, dışlama ve asimilasyon politikaları gibi toplumu kutuplaştırıcı yaklaşımların karşıt ucunda konumlanır ve kolektif kimliği içeriden kuvvetlendiren bir etki yaratır.

Birliktelik, bizzat toplumsal dokunun dayanışma pratikleriyle inşa edilir. Emile Durkheim’dan Pierre Bourdieu’ye kadar pek çok sosyolog, toplumsal bağların how (nasıl) şekillendiğini ve sürdürüldüğünü tartışmıştır. Özellikle Durkheim, “kollektif bilinç” kavramıyla, bir toplumda yaşanan değer bütünlüğünün önemine işaret eder. Bu kollektif bilinç, insanların ortak bir moral dayanağının bulunmasını sağlar. Hoşgörüyü ön plana çıkaran bir siyasi düzen, farklı kesimlerin bu kolektif bilince katkıda bulunmasına; kendi kültürel değerlerini yaşatarak o değerler etrafında ortaklaşmalarına olanak tanır.

Sosyologların sıkça üzerinde durduğu bir diğer kavram da “sosyal sermaye”dir. Robert D. Putnam’ın çalışmalarında öne çıkan bu kavram, toplumsal ağlar, normlar ve güven öğelerini bünyesinde barındırır. Hoşgörü ve birliktelik, sosyal sermayeyi hem nicelik hem de nitelik olarak yükseltir. Çoğulculuğa dayalı bir yapıda, bireylerin birbirlerine duydukları güven arttıkça, sivil toplum kuruluşları daha etkin hale gelir, komşuluk ilişkileri güçlenir ve gönüllü faaliyetlerde artış görülür. Bu durum, toplumun “kendini yönetme” kabiliyetini genişleterek demokrasi kültürünü de destekler.

Sonuç olarak sosyoloji perspektifinden bakıldığında, hoşgörü ve birlikteliğin hüküm sürdüğü bir siyasi düzen, toplumsal çatışma riskini azaltır ve toplumsal bütünlüğü pekiştirir. Türkiye gibi farklı etnik köken, din ve kültürel unsurları barındıran toplumlarda, hoşgörü; “kimliklerin birbirini tehdit etmediği, aksine zenginleştirdiği” anlayışını besler. Bu anlayış, millî bağların ve üniter devlet yapısının sürdürülebilirliğine katkı sunar. Çünkü toplumu bir arada tutan asıl dinamik, farklılıkların bastırılması değil; medeni bir çerçevede bir araya gelmelerini sağlayan güven ve dayanışma atmosferidir.

─────────────────────────────────────────────────────

  1. BÖLÜM / 2. KISIM:

HOŞGÖRÜNÜN VE BİRLİKTELİĞİN DEMOKRATİKLEŞMEYE ETKİSİ


Demokrasinin temel ilkeleri arasında yer alan çoğulculuk, katılım ve uzlaşma, doğrudan hoşgörü ve birliktelik kavramlarıyla ilişkilidir. Çoğulculuk, farklı politik görüşlerin, inançların ve yaşam biçimlerinin kanunlar çerçevesinde serbestçe ifade edilmesini ve temsil edilmesini gerektirir. Bu temsil sürecinde, uzlaşma kültürünün devreye girmesi önemlidir. İşte hoşgörü, bu farklılıkların çatışmaya dönüşmeden müzakere edilebilmesini, farklı aktarlar arasındaki gerilimin diyalog yoluyla giderilebilmesini sağlayan “toplumsal yapıştırıcı” işlevi görür.

Birliktelik ise demokrasinin “kamu yararı” kavramını somut hale getirmeyi kolaylaştırır. Birliktelik duygusunun yüksek olduğu toplumlardaki bireyler, karar alma süreçlerine katılma konusunda daha isteklidir; çünkü kararların ortak iyiliğe hizmet edeceğine dair bir inanç söz konusudur. Elbette bu inancın oluşmasında, siyasal sistemin şeffaflığı ve adalet mekanizmalarının etkinliği de etkilidir. Ancak ilk adım, insanlar arasındaki makro düzeydeki “toplumsal sözleşmenin” nasıl içselleştirildiğiyle ilgilidir. Hoşgörü ve birliktelik, bu sözleşmenin her bir bireye “eşit onur” ve “saygınlık” payı verdiği hissini besler.

Demokratikleşme süreçlerinde, özellikle geçiş dönemi yaşayan ülkelerde, farklı topluluklar arasındaki güvensizlik ve çatışma riski yüksektir. Bu risk, zamanla artan siyasi kutuplaşma ve dışlanma politikalarıyla daha da körüklenebilir. Böyle durumlarda hoşgörü, yalnızca ahlaki bir erdem değil, aynı zamanda politik istikrarın güvencesi olarak belirir. Eğer hoşgörüyü temel alan bir yaklaşım, anayasal ve yasal düzenlemelere de yansıyabilirse; farklı kimliklerin, siyasi temsil ve kültürel haklar konusundaki talepleri daha sağlıklı bir diyalog çerçevesinde değerlendirilebilir. Böylece, hem demokratikleşme süreci hızlanır hem de üniter devlet yapısı içindeki farklı unsurların devlete aidiyeti artar.

Türkiye örneğinde, Avrupa Birliği’ne uyum yasalarının çıkarıldığı 2000’li yıllarda, demokratikleşme yönünde çeşitli adımlar atılmış ve bu adımlar çerçevesinde farklı toplulukların kültürel haklarına ilişkin bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemeler, o dönemde sıklıkla “üniter yapının zayıflayacağı” ve “millî kimliğin aşınacağı” endişeleriyle eleştirilmiştir. Ancak pratikte görüldü ki; kültürel hakların tanınması, dil ve inanç özgürlüklerinin genişletilmesi, aksine toplumsal barışa hizmet etti ve devletin meşruiyet zeminini kuvvetlendirdi. Farklı gruplar, devlete ve hukuki düzene karşı daha fazla güven duymaya başladı.

Demokrasinin güçlenmesi ve hoşgörünün yaygınlaşması, çoğu zaman birbirini besleyen döngüler yaratır. Bir toplumda hoşgörü eğilimi güçlendikçe, demokratik temsil mekanizmaları daha kapsayıcı hale gelir; bu da vatandaşların siyasal katılımını artırır. Artan katılım, sistem içindeki farklılıkların meşru zeminlerde ifade edilmesini sağlar ve toplumsal barışın korunmasına katkı sunar. Üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve yerel inisiyatifler de bu sürece destek vererek, millî kimliğin içeriğini yozlaştırmadan, tersine zenginleştirerek “birlikte yaşama sanatının” gelişmesine yardımcı olabilir.

…….......