Psikiyatrist-Yazar Budayıcıoğlu değişen dünya düzeninde kadın-erkek ilişkilerini anlattı

Budayıcıoğlu, "Erkeklerle ilişkilerinizde çok dikkatli olun. Çünkü biz, eski biz değiliz. Yani onları 'efendi' olarak kabul edip, 'köleliği' kabul eden kadınlar değiliz artık." dedi.

Romanlarından ekranlara uyarlanan "Doğduğun Ev Kaderindir", "Kırmızı Oda" ve" Masumlar Apartmanı" dizileri ile adından söz ettiren psikiyatrist yazar Dr. Gülseren Budayıcıoğlu, kadının toplumda son bir asırdır yer edinmeye başladığını belirterek, "100 yıl sonra kadın hakimiyetinde bir dünya görüyorum." dedi.

"Camdaki Kız", "Kral Kaybederse", "Hayata Dön", "Günahın Üç Rengi: Madalyonun Öteki Yüzü" başta olmak üzere pek çok roman kaleme alan ve son dönemde eserlerinden uyarlanan dizilere danışmanlık yapan Budayıcıoğlu, deneyimleriyle birleştirdiği hastalarının yaşam hikayelerini okurlarına aktarmaya devam ediyor..

Dr. Budayıcıoğlu, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla videokonferans üzerinden AA muhabirinin sorularını yanıtladı:

Romanlarınız, kitaplarınızdan senaryolaştırılan ve halen danışmanlığını yaptığınız dizileriniz keyifle izleniyor ve romanlarınızı okurken de aslında film izliyormuş gibi bir etki bırakıyor okuyucularda. Kitaplarınızı yazarken bir gün dizi film olacağını düşünmüş müydünüz?

Hayır hiç düşünmemiştim doğrusu. Hatta bunların çok okunacağını da düşünmemiştim. Hayal etmiştim ama uzak bir hayaldi benim için. Çünkü daha önce böyle bir yazarlık deneyimim olmadı ve yıllarca psikiyatrist olarak çalıştım. Yazma nedenim de şöyle oldu. İnsanlar sizi o kadar zenginleştiriyor ki, bana Türkiye'nin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine 81 ilimiz var. Şimdi bu illerden bana gelmeyen bir hasta yoktur. Bu meslek bana, Türkiye'nin her yanından insanla bir arada olma şansı verdi. Bu arada Amerikalı yazar ve psikiyatrist Irvin Yalom'un kitaplarını okuyordum. Hoşuma da gitti, çok güzeldir kitapları. Dedim ki kendime, bu kitaplardaki insanları anlamak mümkün değil çünkü bizden değiller. Biz o kadar farklı bir ülkeyiz ki, o kadar kendine has, eskiler "nevi şahsına münhasır" derdi, ülkemiz insanları da çok özel, çok kendine has özellikler taşıyan bir ülke ve milletiz. Ne tam doğuluyuz, ne tam batılıyız. Çok köklü de bir geçmişe sahip olduğumuz için, çok alışkanlıklarımız, örflerimiz, adetlerimiz ve çok değişik duygularımız var. Onun üzerinde "biri de bizi yazsa" diye düşündüm. 2004 yılında başladım yazmaya, onun üzerine bunları yazdım. Psikiyatri ve psikolojiye meraklı insanların okuyacağını tahmin ediyordum ama bu kadar büyük kitlelere açılacağını, bu kadar diziler yapılabileceğini doğrusu hayal bile etmiyordum.

"Camdaki Kız" romanınızın dizisi de yakında yayınlanacak. Çalışmalarınız nasıl gidiyor?

25 Mart'ta inşallah başlıyoruz Kanal D'de. Dizinin çekimleri de dün başladı. Güzel bir kadromuz oldu. Camdaki Kız, güzel mesajı olan güzel bir kitaptır. Kadının ruhunu çok iyi anlatır. "Para neredeyse kadın oraya gider" düşüncesinin olmadığını, kadının ruhunun aslında neye ihtiyacı olduğunun altını çok çizmeye çalıştığım bir kitap bu. Umarım dizi de güzel olur.

Yeni bir kitap yazma süreci içerisinde misiniz?

"Kırmızı Pelerin" diye bir kitap yazıyorum. Bu yıl içinde inşallah yayınlarız. Daha çalışıyorum üzerinde.

"Kadınla erkek arasında gerçekten hayata katkı sunmada hiçbir fark kalmadı"

Kadınlar romanlarınızın da dizilerinizin de merkezinde. Kadın danışanlarınızın hikayelerini daha çok paylaşıyorsunuz. Bir psikiyatrist olarak sizce de dünyada kadınlar daha mı çok yara alıyor?

Evet tabii ki. Ben insanları, kadınlar, erkekler diye böyle çok katı sınırlarla ikiye bölen biri olmak istemiyorum. Çünkü biz bir arada bir şeyler paylaşarak yürürsek, o yol çok daha güzel olacak. Ama kadın maalesef bu yolu erkeğiyle yürüyemedi. Milyonlarca öteden gelen bir tarihimiz var. Tabii ki çok ezildi kadın. Bir de bu öyle bir ezilme ki... Ben tarih okumayı çok severim. Bundan milyonlarca yıl önce dünyanın ilk kurulduğu zamanlar kadın ve erkek zaten eşit değildi. Yani tabiat da bizi eşitlememiş, erkeği daha güçlü kılmış. O günkü şartlarla daha kolay mücadele edebilen, daha kolay kendini koruyabilen, vücudu, bedeni bizden çok daha güçlü bir erkek var. Yine o eski tarihlerde kadın şimdiki gibi değil, daha küçük yani şimdi fena değil cüssemiz. Eskiden kadınlar çok daha küçük varlıklar olduğundan o zamanki şartlarla mücadele edecek gücü yok, kabiliyeti yok. Biz milyonlarca yıl önce o yoldan çıkıp buraya gelmişiz ve düşünüyorum, bizim insan olduğumuzu bile keşfedip, "bizim de erkeklerden hiçbir farkımız yok, bizim de hakkımız var, bizim de bir sürü yeteneklerimiz, becerilerimiz var" diyebilmemiz, bütün dünyada hadi hadi en çok 100 yıldır mümkün oldu. Milyonlarca yılın içinde 100 yıl ne demek, yani 24 saatte 1 dakika gibi bir şey bu. O nedenle ben 100 yılda çok mesafe aldığımızı düşünüyorum. Tabii kadın bu yolda çok acı çekti ve maalesef hala acı çekmeye devam ediyor. Artık teknoloji çağında kadınla erkek arasında gerçekten üretmede, çalışmada, hayata katkı sunmada hiçbir fark kalmadı ama buna rağmen kadın toplumda ezilmeye, haksızlığa uğramaya devam ediyor. İşte dün yeni bir örneği, Samsun'daki olay. Yani insanın içini burkuyor, çok üzüldüm. Kadını dinlemeyi, onu anlamayı da daha çok seviyorum ve kadının hikayesi her zaman hayatın hikayesidir.

"Dizilerdeki şiddet sahnelerini kınayalım. Başka türlü beyinlerimizde bu kod değişmeyecek"

Kadına yönelik şiddet hikayeleri de bu acılarla her geçen gün artıyor. Dün akşam bunun en acı örneği Samsun'da yaşandı söylediğiniz gibi. Tabii duymadıklarımız, basına yansımayanlar var. Diziler aslında en yalın haliyle bu acıları da yansıtmanın peşinde. Aşırıya kaçıldığını görüyoruz kimi zaman. Dizilerde ve filmlerde "şiddet sahnelerini" göstermenin bir sınırı olmalı mıdır? Danışmanlığını yaptığınız dizilerde kırmızı çizginiz bu konuda nedir?

Benim danışmanlığını yaptığım dizilerde zaman zaman şiddeti çok sınırlı biçimde gösteriyoruz. Ama burada olabildiği kadar o sahneleri hep gölgelemeye çalışıyoruz. Çok kısa tutuyoruz sahneleri, adam elini kaldırıyorsa vurduğunu göstermiyoruz. Yani böyle ciddi bir şiddet sahnesinin, televizyonlardan izlenmesini doğru bulmuyorum. Niye çünkü normalize ediyor. İnsan bir şeyleri gördükçe, bundan daha doğal bir şey yokmuş gibi zannedebilir. Yıllarca sadece bizde değil tüm dünyada şiddet içerikli filmler çok fazla çekildi ve şiddet çok fazla yansıtıldı izleyiciye. Bu anlamda çok dikkatli olmalıyız, diye düşünüyorum. Eğer bir şiddet sahnesi gösteriyorsak da hemen arkasından bunun altını doldurmalıyız. Bu şiddetin insanlara nelere mal olduğunu mutlaka seyirciye aktarmalıyız. Yani bir şiddet sahnesini gösterip geçmeyi, toplum için hastalık görüyorum. Bunu çağrıştırmayalım, şiddet sahnelerini kınayalım. Başka türlü beyinlerimizde bu kod değişmeyecek.

"100 yıl sonra kadın hakimiyetinde bir dünya görüyorum"

Yani milyonlarca yıldır devam eden bir insanlık tarihi var ve bu tarih boyunca kadın ve erkek hiçbir dönemde eşit olmadılar, eşit olmadıkları gibi erkek her zaman dünyanın efendisi konumunda oldu. Eski nesil, erkeklere "efendi" diye hitap ederdi. Ben halen hayatta bir kuşağın temsilcisi olarak, bunu hatırlıyorum. Bunu hatırlayan ben, bugün bambaşka bir yere gelebilen ben. Yani kadın da işte bu süreyi bu kadar kısa zamanda kat etti. Şimdi erkek "efendi" ise o zaman kadın "köle oluyor", sonra yavaş yavaş erkekler "bizim avrat" demeye başladı kadınlarına. O herhalde bir gelişmeymiş. Sonra "bizim hatuna" döndüler, sonra "bizim hanım" dediler eşlerine. Mesela babam "bizim hanım" derdi, yani benden önceki kuşak "bizim hanım" demiş. Mesela şimdi bakıyorum erkekler artık "eşim" diye takdim ediyorlar kadınlarını. Biz kadınlar, erkekleri "eşim" diye takdim edebiliyoruz. İşte bunları büyük gelişmeler olarak kabul ediyorum. Bunun küçümsendiğini görmek benim içimi acıtıyor. Erkeğe "efendi" denirken, şimdi erkek kadın birbirine "eşim" diyebiliyorsa, demek ki biz kadınlar bu anlamda çok büyük bir yol kat etmişiz. Bunun altını tekrar tekrar çizmeliyiz. Kadınlar bu yola daha yeni çıktı. 100 yıl sonra bir "kadın dünyası" görüyorum ve kadın hakimiyetinde bir dünya görüyorum. Kadın kendini keşfetti çünkü, ve kadınlarımız çok başarılı.

Bugün diyor ki kadınlar, "Artık ben kölelikten çıkmak için yeteri kadar mücadele ettim ve etmeye devam edeceğim". Bu konuda bir sınır tanımıyor kadınlar. Nereye gideceği gerçekten belli değil ve kondisyonu çok arttı kadınlarımızın. Maddi, manevi, saygınlık, itibar hepsini kadın çok kısa sürede elde etti. Tabii bu da ne yaptı? Kadın taze, daha yola yeni çıktı, erkek yorgun. Onlar yüzyıllardır bu yolda zaten. O nedenle kadınlar daha çok asılıyor dünyaya, erkekten daha çok asılıyor. Ben erkekleri de çok anlıyorum, hiçbir zaman bir feminist gözüyle de bakmadım hadiselere. Erkeklerin bize yaptığını, onlara asla yapmamalıyız. Çünkü hayat ne kadar paylaşılabilirse, ne kadar omuz omuza yürünürse, hayat o kadar güzel olacak.

"Hem erkekler hem kadınlar halen kolektif bilinç dışı kodlarla yaşıyor"

Dünyada kadına şiddet artarak devam ediyor. Yani ne oldu da eğitim arttı, insanların eğitimi, kültürü ayrıca ekonomisi de çok daha iyi eskiye göre bütün dünyanın. Şimdi hem sosyal hem ekonomik açıdan dünya geliştiği halde, bu kadar büyük teknolojik gelişmeler olduğu halde, ne oluyor da bu adamlara, dünyada her gün yüzlerce kadın öldürülüyor. Ne oldu da bunlar öldürüyorlar? Biz bu şiddetin azalmasını bekleriz bu durumda ama neden şiddet artıyor? "Kolektif bilinç dışı" dediğimiz bir şey vardır yani kuşaktan kuşağa nakledilen bilinç dışı kodlar, bilgiler. Yani biz 7 göbek, 17 göbek, 27 göbek öteden atalarımızdan gelen alışkanlıklar, inançlar, doğrular bunlar bize aktarılır. Bu aktarımlar içinde erkek efendidir, saygındır, ona her zaman hürmet edilmeli, hizmet edilmeli. Hem erkekler hem kadınlar halen bu kodlarla yaşıyoruz. Bunlar bizim beynimizde. "Kim öldürüyor" diye baktığımızda, eğitimli, kültürlü, saygın, toplumda kendine bir yer edinebilmiş erkeklere, katillerin arasında pek rastlamıyoruz. Demek ki kültürel düzeyi düşük, hayata yeteri kadar tutunamamış, başarılı olamamış, kendini hayata kabul ettirememiş insanlarda bu vahşeti daha çok yaşıyoruz. Bu kişiler daha o kodlar doğrultusunda hareket ediyor ve bunları medyada, gazetelerde hep görüyoruz. Ne diyorlar, "Sen bana bunu nasıl yaparsın, sen kimsin, sen kim olduğunu zannediyorsun, haddini bil." İşte o kod konuşuyor. "Sen kimsin de efendine, böyle saygısızlık ediyorsun, özgürlük ne demek, ben bilirim ne demek, beni terk etmek ne demek ya". Konuşan kim? Bin yıl önceki erkeğin sesi bu. Hala kadınlar da bu kodlarla hareket ediyor. Bu erkekleri çok tehlikeli buluyorum. Bu eski zihinlerde, halen bu yazılım onların beyinlerinde duruyor. Bunu bilinçlendirerek silebiliyoruz. Bunun tersi örneği de var.

Mesela çok okumuş, kültürel seviyesi çok yüksek, çok başarılı kadınlardan da özel hayatlarında eşinden dayak yiyen epeyce kadın tanıyorum. Kadın utanıyor. Kocası, çocuklarının yanında bu kadını her türlü aşağılıyor. Daha da olmazsa fiziksel şiddet gösterebiliyor. Aslında bu hiçbirimizden de silinmedi. Çünkü bu yazılımlar bin yıllar içinde oraya yazıldı. Bunları silemeyiz, bunları kendimizi bilinçlendirerek, eğiterek, farkındalık geliştirerek silebiliriz. Kadınların da henüz yeteri kadar bu kodlardan çıkabildiklerini düşünmüyorum.

"Bütün kadınlara sesleniyorum. Erkeklerle ilişkilerinizde çok dikkatli olun"

Kadınlar, anne, eş, evlat ve çalışan bir kadın rollerini beraber yürütüyorlar. Bu dengeyi sağlıklı bir şekilde nasıl kurmalılar?

Bizler askerleriz. Mücadele bu, savaş... Bunun adı her neyse, biz en ön saftaki askerleriz. Bunun meyvesini, bizden sonraki, belki 2, 3 kuşak sonrası yiyecek, sefasını onlar sürecek. Biz daha bu tohumları ekenleriz. Bu değişim süreçleri, toplumlarda çok sancılı olur. Bunu zihinlerimizde değiştirmek kolay değildir. Kadın, erkek evleniyor. Ben de doktorum, eşim de doktordu. Kadın daha eve girdiğinde bütün mesuliyetleri üstleniyor. Kocamız bize demiyor, yani benim kocam bana dememişti "Sen bize yemek yap, temizliği her gün yap" filan demedi. Biz üstleniyoruz, beynimiz söylüyor bize bunu. Tabii diyen eşler de var. Ama kadınlara benim önerim şudur. Biz bir zamanlar "efendi" dediğimiz erkeklerden, neredeyse tahtı devralıyoruz. Ya da erkeklere, "biraz kenara çekil de, ben de oturayım" diyoruz. Şimdi hangi hükümdar tahtına "hadi sen de gel otur" demiş. Biz de erkeklerin, "gel kardeşim beraber oturalım" demelerini beklememeliyiz. Ancak o tahta oturan biz kadınlar olsaydık, "ya gel erkeğim, sen de yanıma otur" demeyecektik. İnsan ruhu buna müsait değil, biz de demeyecektik. O nedenle erkeklerle ilişkilerimize dikkat edelim. Bunu sadece cinayetlerin, vahşetlerin en sık görüldüğü kesimlere önermiyorum. Bütün kadınlara sesleniyorum. Erkeklerle ilişkilerinizde çok dikkatli olun. Çünkü biz, eski biz değiliz. Yani onları "efendi" olarak kabul edip, biz "köleliği" kabul eden kadınlar değiliz. Erkekler de artık tahtlarının sallandığının farkındalar. Büyük bir öfke biriktirdiler içlerinde, bunu da anlayalım, empati yapalım. Her gün bir kadın, o öfkenin kurbanı oluyor. Aslında o adamın öfkesi, öldürdüğü kadına değil, bütün kadınlara, hepimize. Yani, "sen kim oluyorsun ya, sen kimsin haddini bil" diyor. Bu yolda dikkatli yürüyelim. Erkeklere eskisinden daha saygılı olalım, her zamankinden daha mesafeli, daha dikkatli davranalım. Büyük bir depremin yaşandığı dönemler bunlar.

"Çocuk annenin duygusunu emer"

Kırmızı Oda'da, "Anne çocuğunu sevgi ile büyütmeli çünkü anne çocuğuna sevgi gösterdiğinde bebek bunu hisseder." diyorsunuz. Dizideki Ali Sadi Kumru, Alya, "Doğduğun Ev Kaderindir" dizisindeki Zeynep, yine "Masumlar Apartmanı'ndaki" karakterlerin birçoğunda çocukluk travmaları var ve hayatlarının bir yerinde değer görememişler, anlaşılmamışlar. Anne, babalara ne öneriyorsunuz? Çocuklarını, sevgi ile büyütebilmek için geçmiş travmalarından nasıl kurtulsunlar?

İdeal anneyi öncelikle tanımlamak isterim. İyi bir anne kendisiyle barışık annedir. Şimdi şöyle bir anne tahayyül edemiyorum, "Hiç yara almamış, çocukluğunda aman aman el üstünde büyümüş, işte bugünlere hiçbir travma yaşamadan gelmiş". Bugün yaşadığımız dünya buna izin vermiyor. Anne-baba olmadan önce insanların, kendileriyle barışıklığı temin etmeleri gerekiyor. Çünkü bir insan kendisiyle barışıksa ne şiddet gösterir, ne kötülük yapar. Kendiyle ve dünya ile dosttur. Hayatın içinde aldığımız bu yaralar tamir edilebilir. Burada farkındalığı çok önemsiyorum. Anne mutsuzsa nasıl sağlıklı bir çocuk yetiştireceğiz? Çocuk annenin duygusunu emer. Çocuğu dikkatli yetiştirelim, diye önerilerim yok. Hayatla tanışmalı çocuklar. Mücadeleyi öğrensinler, ama çocuklarınızı incitmeyin. Çocuğa koşulsuz sevildiğini hissettirin. Aslında anne, babalık öyle zor bir şey değil.

"Sevgi ve sevgi belirtilerinin uygarlığa kurban gittiğini düşünüyorum"

Yakın zamanda kaybettiğimiz Doğan Cüceloğlu hocamızı saygı ve rahmetle anıyoruz. Onun kaybı herkesi çok üzdü. Doğan hocamızın "Evlenmeden Önce" kitabında ve diğer kitaplarında bahsettiği bir konu var, "sevgi kültürü" ve "değer kültürü". "Aynı sevgi kültüründe büyümemiş, denk olmayan bireyler, evlendiklerinde mutsuz olurlar." diye kaleme almıştı. Sizin "kader motifi" kavramınızı, "sevgi kültürüne" çok benzetiyorum. Sevgi kültürünün toplumda yaygınlaşması için bireyler neler yapmalı?

İnsan vahşi de bir yaratık. Bu vahşi, saldırganlık duygularımızı törpüleye, törpüleye daha uygar insan oluyoruz. Önceliği başkasına vermeyi, sabretmeyi, sırayı beklemeyi, paylaşmayı...Uygarlık bize bunu getiriyor. Tabii duyguları törpüleyerek yoluna devam ediyor. Batılı insan filmlerde, dizilerde duyguların nasıl azaldığını da görüyoruz. İnsanların birbirlerine sarılmaları, birbirlerine dokunmaları o kadar azalmaya başladı ki. Ben bu anlamda sevgi ve sevgi belirtilerinin uygarlığa kurban gittiğini düşünüyorum. Anneler, Batı'da çocuklarını bizim bağrımıza bastığımız gibi basmıyor. Yeni kitabımda, bu konunun altını çizmeye gayret edeceğim. Sevginin birbirimize gösterim şekilleri giderek geri çekilmeye başladı. Özellikle ben bunun anne, baba, çocuk ilişkilerinde, karı koca ilişkilerinde çok önemli olduğunu düşünüyorum. Uygarlık bunu törpüledi ama bizim ruhlarımızın bu konudaki açlığı törpülenmedi. Evliliğin ilk bir ayını çok önemsiyorum. Eşler bu düzene çok özen göstermeliler. Çünkü o bir ayda ne yaşandıysa, artarak yaşanacak demektir.

"Kadınlar, kendinizi hayata feda etmekten vazgeçin, kendinize yatırım yapın"

8 Mart Dünya Kadınlar Günü, farkındalık gününe dönüştü. Kutlayamayacağız zannedersem. Çok kadın, eşleri, sevgilileri tarafından öldürüldü. Kadının gücünü fark etmesi, kullanabilmesi ve kendine kalkan eli durdurabilmesi ve sesini duyurması için neler öneriyorsunuz?

Ailelerin de artık kızlarına tam destek vereceklerini umuyorum. Bu hayalim var. Ülkemizde bir uyanış olduğunu da sonuna kadar görüyor ve kabul ediyorum. Özellikle kızların ve kadınlarımızın kendilerine yatırım yapmalarını öneriyorum. Bizler yüzyıllar boyu, önce çocuklarımızdan başlayarak, tüm yakınlarımıza feda ettik kendimizi. "Fedakarlık" eşittir kadın. Bunu da matah zannettik, bize böyle öğretildi. Artık kadınların kendilerine yatırım yapmalarını öneriyorum. Çocuklarına bile çok aşırı fedakarlık yapmasınlar. Annelik fedakarlık demektir ama bir çocuk her zaman, mutlu annenin yanında daha mutludur, huzurludur, daha başarılıdır. "Mutsuzum ama ben çocuğum için her şeyi yaparım" dediğinizde o çocuğun tahtını yaparsınız ama bahtını yapamazsınız. O nedenle bu fedakarlık kavramını, bizim kadınlarımızın çok iyi gözden geçirmelerini öneriyorum. Anne ne kadar güçlüyse, çocuğun arkasında durabiliyorsa, bu kadının kendine yaptığı yatırım, çocuklara da yaptığı yatırımdır. Benim bütün kadınlara birincil önerim, kendinizi hayata feda etmekten vazgeçin, kendinize yatırım yapın. İç dünyalarımızı zenginleştirelim, kadın dil öğrensin, becerikli olduğu konuda bilgi öğrensin, kurslara gitsin. "Bir erkeğe bağımlı yaşayayım, çok güzel olayım" dünyası çıkmaz yol. Bu yollar bizim için yeteri kadar güvenli değil. Diplomayı yeterli yatırım olarak görmüyorum. Kendini tanısın, neleri severek yaptığını tespit etsin. Kadınlar kendine güvenmeyi öğrendiği anda eski kodları kendinden silecektir. Kadınlar bu kodları silebildiği gün erkeklerin gösterdikleri vahşet kalmayacak dünyada. Bundan erkek de karlı çıkacaktır. / AA