Türkiye
Angelina Jolie, Emma Thompson, Julia Roberts, Juliette Binoche'nin de aralarında olduğu çok sayıda oyuncunun sesi olan ve pek çok sinema filminde sesiyle karakterlere hayat veren Gülen Karaman, "İkinci Bahar", "İz Peşinde", "Çalıkuşu", "Şehnaz Tango", "Kavak Yelleri" gibi birçok dizide de yer aldı.
"Savaş ve Kadın", "Bir Zamanlar Gazinoda", "Oyunun Oyunu" ve "Don Juan'ın Gecesi"nin aralarında olduğu çeşitli tiyatro oyunlarında rol alan Gülen Karaman'ın Sahnekarlar Topluluğu ile oynadığı, Anton Çehov'un Vişne Bahçesi eseri, yarın Kadıköy Belediyesi Selamiçeşme Özgürlük Parkı Amfi Tiyatro'da izleyiciyle buluşacak.
Oyunda, "Lybov Andreyevna" karakterini canlandıran sanatçı, 20 yıl boyunca oyuncu Nebahat Çehre ve Hollywood yıldızlarına dublaj yapmasını, hocası Yıldız Kenter'in kararlarına etkilerini, sanatla iç içe geçen yıllarını ve yeni projelerini AA muhabirine anlattı.
"Çehov, çok değerli bir yazardır, rahmetli Yıldız Hoca çok severdi"
Gülen Hanım merhaba. Evinizin kapılarını açtınız bize. Teşekkür ederiz. Sizi tekrar sahnede izlemek çok keyifli. Ne kadar süre sonra sahnedesiniz? Sanıyorum en son Özdemir Çiftçioğlu ile iki kişilik "Pişman Olmazsın" ve Dormen Tiyatrosu ile "Bir Zamanlar Gazinoda" oyunlarınız olmuştu?
"Ben teşekkür ederim. Merhaba hoş geldiniz. Evet, doğru. Aslında o Dormen değildi. Ama Haldun ağabeyin süpervizörlüğü altında olduğu için Dormen diyorduk artık o tiyatroya. Çünkü ruhu da Dormen tiyatrosu gibiydi. Bir Zamanlar Gazinoda ve Pişman Olmazsın vardı. Sonrasında bir dizi girdi. Dizi bitti salgın başladı."
Anton Çehov’un klasik oyunu Vişne Bahçesinde Çarlık Rusya’sının çözülme ve çöküş döneminde yaşayan ve geçmişiyle duygusal bağı olduğu Vişne Bahçesi’ne sahip çıkmak isteyen bir aristokrat, Lyubov Andreyevna karakteriyle seyirci karşısındasınız. Oyunla buluşmanızı ve karakterinizi sizden dinleyebilir miyiz?
"Evet, Lyubov Andreyevna. Tabii ki, Çehov, özellikle bizim konservatuvar arkadaşlarımız ve okul takımımız için çok değerli bir yazardır. Çünkü rahmetli Yıldız (Kenter) Hoca çok severdi. Bir hayli ufak tefek parçalar çalıştık. Çehov’u bizim dönem çok iyi tanır. Özel tiyatro oyuncusu olunca, böyle oyunları özel tiyatrolarda sahneye koyma ve bunları oynayabilme şansına hiç erişemedim. Bu salgın döneminin ortalarında biraz rahatlamıştı ortalık. Bir gün Volkan (Severcan) telefon etti, ‘Lyubov oynar mısın?’ dedi. 'Hangi Lyubov?' dedim. ‘Lyubov Andreyevna.' dedi. Oynarım dedim. Hiç başka bir şey sormadım. 'Onu yapıyoruz Gülen. Madem ticari kaygılar taşıyacak oyunları şu ortamda yapamayacağız. İnsanları tiyatro salonuna sokamayacağız. Biz bunu çalışalım. Klasik yapmak istiyorum. İstediğimizi yapalım bari.' dedi."
Büyük bir cesaret aslında!
"Evet, müthiş bir cesaret. 15 kişi sahnedeyiz. Teknik ekiple birlikte 20 kişilik bir kadro. Kostümüyle, dekoruyla klasik bir oyun. 'Çıldırdın herhalde?' dedim. 'Evet, çıldırdım. Madem öyle, hadi bakalım böyle.' dedi. 'İyi.' dedik. Volkan her zaman söyler; 'İlk telefon ettiğim herkes kabul etti.' Biz paldır küldür provaya girdik. Bir ara rahatlamıştı ama sonra yine büyük bir kapanma oldu. 'Yılbaşı civarı başlayabiliriz' derken, 8 ay sonra başlayabildik. O arada herkes evlere kapandı. Biz eşimle Akyaka’da yazlığa gittik. Kışı neredeyse orada geçirdik. Zaten kimseyle görüşemiyorduk ailemizden birinci derece yakınlarımızla bile. Telefonlarla sürekli görüntülü görüşmeler yapıyorduk. Sonra bir daha başladık ve nihayet açtık perdelerimizi. Bayılıyorum oynamaya. Volkan, 'Uzun seneler oynarız bu oyunu.' diyor. Oynamak çok isterim tabii."
"Lyubov Adreyevna aristokrat bir aileden geliyor, çöküşü kabul etmiyor"
Karakteriniz Lyubov Adreyevna ilginç, geçmişiyle duygusal bağı yüksek ve aristokrasi kimliğiyle o çöküşü kabul etmeyen bir karakter değil mi?
"Çok güzel bir karakter, aristokrat bir aileden geliyor. Çöküşü kabul etmiyor. Daha doğrusu aristokratlar çok kabul edemiyor, yaşadıkları maddi sıkıntıları hayatlarına geçiremiyorlar. Çünkü onların bir yaşam stilleri var ve bunları değiştirmeleri çok mümkün değil. Ömürleri boyunca zenginlik, ferah, refah içinde yaşamışlar. Volkan’ın oynadığı kahya birtakım çözümler sunuyor ama aklı almıyor öyle şeylerin olabileceğine. Tabii ki Çarlık Rusyası'nın çöküşü ve yavaş yavaş devrimin ayak seslerinin duyulduğu bir dönem, 1800'lerin sonu, 1900'lerin başı.
Bence çok kadın gibi bir kadın. Hem duygusallığıyla o döneme ait, kendine bakmasıyla, insanlarla ilişkileriyle kadın yönü var. Biraz da nasıl diyeyim, hafif meşrep bir kadın. Fazla değil ama o dönemin hafif meşrepliğinde. Duygularının peşinde koşan bir kadın. Bugün biz onu çok iyi anlayabiliyoruz ama o dönemde çok fazla kabul görmemiş. Biraz eleştiriliyor, ağabeyi, etrafındaki insanlar ve Şebnem Özinal’ın oynadığı, öz çocuğu gibi sevdiği ama öz olmayan Varya tarafından. Hafif sert bir eleştiriye de uğruyor ama kadının bildiği başka bir yaşam tarzı yok. Bu şekilde devam ediyor hayatına."
Siz nasılsınız, geçmişinizle duygusal bağı yüksek biri misiniz?
"Evet. Biraz duygusal bağım var. Geçmişimi seviyorum ben. Bugünkü kişiliğimizi geçmişimizin var ettiğini düşünüyorum. Yaşadığımız bir sürü zorluk ve güzel günlerle. Şimdi çok zor zamanlar, çok zor yıllar yaşıyoruz. Hepimiz yaşıyoruz, herkesin zorlukları farklı tabii. Ama hep bizim yaş dönemimizdeki arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde diyoruz ki, 'İyi ki yaşamışız, iyi ki onları yapmışız.’ Çünkü şimdi gençlerin çoğu bizim yaptığımız bir sürü şeyi yapamıyor. Hayata bizim gibi yaklaşamıyor. Hayattaki öncelikler çok değişti. Biz biraz daha özgürlüklerin farklı olduğu bir Türkiye’de yaşıyorduk. Biz biraz daha özgürlükçü bir gençliktik. İyi ki yaşamışız onları. Şimdi zavallılar sadece çalışıp didiniyor. Daha küçük hayatlarımız vardı. Şimdi işte globalleşmenin aslında getirdiği bir takım tatsızlıklar da var diyorum. Tabii avantajlar da dezavantajlar da var. Biz daha küçük hayatlarla daha mutluyduk galiba. Şimdi para her şeyin önüne geçti. Hiç eleştiremiyorum. Çünkü insanlar yaşamak, hayatlarını sürdürmek zorunda. Dediğim gibi biz daha küçük hayatlarla mutlu olabiliyorduk. Ama şimdi bütün dünyadaki öncelikler değiştiği için çocukların da birincil ihtiyaçları, istekleri farklı oldu."
İstanbul Belediye Konservatuvarı mezunusunuz. Dönemdaşlarınız ve hocalarınız kimlerdi? Yıldız Kenter başta olmak üzere minik anılar geçidi yapalım mı sizinle?
"Ah, maalesef anılar konusunda hiç başarılı bir kadın değilim. Ben unutuyorum. Ama galiba bizim mesleğimizin de getirdiği bir alışkanlık. Biz çabuk ezberliyoruz ve çabuk da unutuyoruz. Bir şey olup da bir sohbet ortamında bir sürü şey hatırlıyorsunuz. Konu konuyu açıyor. Şu da, bu da vardı diyorsunuz ama hadi anılarımız deyince, maalesef hatırlayamıyorum."
"Yıldız Kenter olmasaydı hiçbir şekilde sahnede ayakta duramazdım”
Peki şöyle sorayım. O döneme ait köşeli, keskin kararlarınızın olduğu zamanlarınız olmuştur mutlaka. Yıldız Kenter ve hocalarınız size neler verdi?
"Yıldız Kenter olmasaydı bugün bizim dönemimiz, ben, hiçbir şekilde sahnede ayakta duramazdık. Bir karakteri çalışmayı, bir role yaklaşmayı, insanı çözümlemeyi öğretti Yıldız Hoca bize. Bu çok önemli bir özellik. Şu anda konservatuvardaki hocalar ne öğretiyor, ne yapıyor? İnanın çok bilmiyorum. Birtakım arkadaşlarımın direkt konservatuvarlarla bağlantıları var. Onlar gidiyor, geliyor, öğrencileri takip ediyor, gençleri daha iyi tanıyorlar. Ben sürekli okula giden gelen biri değilim. Yıldız Hoca her şeyden önce bunları öğretti bize ve bu çok değerliydi. Benim hayatımdaki en, en keskin karar, hatta bunu bana Erhan (Yazıcıoğlu) söylemişti, ilk defa sahneye Şehir Tiyatrosu’nda çıktım. Rahmetli Çetin İpekkaya, hocalarımızdan biriydi. Çetin Hoca beni hazırlık sınıfında Şehir Tiyatrosu'na götürdü. Ben ilk bir çocuk oyunu ‘Hoşu’nun Utancı’ ile başladım. Ardından Peter Weiss'in yazdığı ‘Saloz’un Mavalı’nı oynadım Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde. Şimdi yerinde yeller esiyor, TRT’nin bulunduğu yerdir. 1980 yılında biz konuk kadrosundaydık. O dönem oyunda, öğrenciler, gençler konuk olarak yer alıyorduk. Sonra işimiz bitince biz kadrodan atıldık. Arkasından oradan bana telefon geldi bir gün, Erhan Yazıcıoğlu, ‘Gülen yarın 2 tane fotoğrafını al gel, Şehir Tiyatrosunda stajyer kadroya alındın.’ dedi. O dönem hayatımda farklı bir durum vardı. Yeni evlenmiştim ve boşanıyordum. Şehir Tiyatrosunda oyuncuydu ayrıldığım eşim. ‘Hayır, Şehir Tiyatrosunda kadro istemiyorum ben.’ dedim. ‘Nasıl yani? Gülen çok önemli bir karar. Şehir Tiyatrosunda kadro için insanlar kendilerini yerden yere vuruyor.’ dedi. Tabii ki son derece duygusal bir karardı. Ama belki de hayatımdaki en önemli ve en ideal kararlardan biriydi."
Kabul etmediniz mi?
"Evet, kabul etmedim. O problemli dönemde tiyatroyu da bırakmıştım. O dönem canım Hakan (Altıner) ağabeyimin Cağaloğlu’nda bir işyeri vardı; Bakış Matbaası. Orada beni işe aldı. Çalışmak zorundaydım çünkü. Arkasından Fikret Hakan Tiyatrosunda Zorba oyunuyla tiyatroya geri döndüm. Sonrasında hiç bırakmadım hep oynadım."
Yıldız Kenter’in eğitmenlik ve öğretmenliğinin yanı sıra bir kadın olarak duruşunuzda ve keskin kararlarınızda bir etkisi olduğunu da anlatmaya mı çalıştınız?
Gülen Karaman: "Çok, tabii ki! Yıldız Hoca'nın cesur kararları biz kadın öğrencilerini çok etkiledi. Bilmiyorum hangisi ne kadar tatbik etti hayatında? Ama ben galiba tatbik ettim. Belki de ben daha fazla etkilendim ya da benim koşullarım onu getirdi, bilmiyorum. Beni Kenter Tiyatrosuna da almıştı hoca. 1 sene Kenter Tiyatrosunda da oynadım. Sonra da okula dönüp mezun oldum."
"Genç arkadaşlarım çok memnunlar, mutlular benimle çalışmaktan"
Dormen Tiyatrosu başta olmak üzere özel tiyatrolarda çeşitli oyunlarda görev aldınız. Aynı zamanda Başkent Akademisinde eğitmenlik yapıyorsunuz. Hangi derslere giriyorsunuz?
"Şu anda seslendirme ve oyunculuk."
Haldun Dormen, Yıldız Kenter ve tüm hocalarınızdan aldıklarınızla gençlere teknik anlamda mı yoksa daha çok geleceğe yatırım anlamında mı bir şeyler veriyorsunuz? Sizin başkaca kattığınız ne oluyor onlara?
"Onu aslında gençlere sormak lazım tabii ama deneyimlerimden yola çıkarak hayatla ilgili fikirlerimi ve yaklaşımlarımı da aktarmaya çalışıyorum. Tabii ki teknik olarak da öğretmek durumundayım. Çünkü eğer, 'Orada hocalık yapıyorum.' diyorsam, hem teknik anlamda bir şeyler vermek hem de hayata dair duygusal paylaşımlar yapmak zorundayım. Her ikisine de çabalıyorum yeteneklerim ve bilgilerim doğrultusunda. Aslında hiç istemedim daha önce hocalık yapmak. Biraz fazla tez canlı kişiliğim var. Bildiğiniz şeyi aktarmak çok başka bir şey. Bilirsiniz ama aktaramazsınız. Ben aktarabileceğimi çok düşünmüyor idim. Ama fena değilmişim. Çocuklar, genç arkadaşlarım çok memnun, mutlu benimle çalışmaktan."
Stüdyoda toplu seslendirmeler yerine galiba artık evlerde dijital kayıtlar yapılıyor. Çok soğuk geliyor bana. Sizce?
"Çoğu arkadaşım evet evde. Biz eskiden hep beraber sahnedeki 5-10 kişiyle girer kayıt yapardık. Hepimiz o film ya da dizi boyunca orada bulunurduk. Şimdi artık o sürat çağını yaşıyoruz ya, ondan dolayı herkes bir koşturma halinde. İlişkiler minimuma indi."
Stüdyoda kemikleşmiş, sürekli birlikte girdiğiniz bir kadronuz var mıydı?
"Vardı. Talat Bulut vardı, rahmetli Ayşegül Devrim vardı. Yani o kadar çok insan vardı ki. Sezai Altekin vardı. Çoğunu kaybettik. Kalanlar uzun ve sağlıklı yaşasın inşallah. Çok eğlenirdik biz. Çünkü bizim o kemikleşmiş kadroyla çalıştığımız dönemler o kadar fazla özel televizyon yoktu. 1-2 televizyon vardı. Yeni açılmakta olan bir televizyonun filmlerini, dizilerini yapıyorduk. Bir kanal oluşturuyorduk aslında biz. Dolayısıyla sürekli çalışıyorduk. O kadar çok çalışırdık ki biz. Gece sabaha kadar... 2- 3 saat herkes eve gider bir duş alır, 1 saat dinlenir geri dönerdi. Çünkü yetiştirmek zorunda olduğumuz programlar vardı."
"Seslendirme sürekli oldu benim hayatımda”
Siz aslında sesinizle de tanınıyorsunuz. Oyuncu olarak tanınırlığınızla seslendirme sanatçısı olarak tanınırlığınız arasında bir oran var mı? Kıyaslama yapabiliyor musunuz gelen tepkilerden?
"Evet zaman zaman yapıyorum. Çünkü televizyon çok nankör bir aygıttır, çok tuhaftır. Bir sene oynarsınız, o oynadığınız dönemde o dizi yayınlanırken, çalıştığınız dönemde çok tanır insanlar. Belleksiziz, unutuyoruz. Ben de diyorum işte şu yıl hangi yıldı? Hatırlamıyorum falan. Televizyondaki dizinin yayınlandığı sürece çok daha iyi tanıyorlar, yakın hissediyorlar kendilerini. Ama zamanla yerinizi tabii ki başka yüzler alıyor, ufak ufak belleklerden siliniyorsunuz. Ama seslendirme sürekli oldu benim hayatımda, televizyondan çok daha fazla oldu. Ben bunu her zaman söylerim, seçme konforunu bana seslendirme sağladı. Sürekli yaptım. Çünkü ben hayatımda hep çalışmak durumundaydım."
Sizi kim teşvik etti seslendirme için?
"Beni Mustafa Alabora başlattı, kulakları çınlasın. İlk, beni seslendirmeye o götürdü. Bunu her zaman anlatırım, ‘Umarım hayatın boyunca hep dublaj yapmak zorunda kalmazsın Gülen.' dedi. Bende tam aksi oldu. Ama ben hiç şikayetçi değilim. Mustafa çok fazla seslendirmeyi sevmiyordu o dönem. O da çok fazla çalışıyordu tabii. Ben nefret etmedim işimden. Sevmeyerek yapmadım."
Kaç yıldır yapıyorsunuz seslendirmeyi?
"Herhalde rahat 30-35 yıl oldu."
Şimdi seslendirdiğiniz isimler o kadar çok ki. Türkiye’den bakacak olsak başta Nebahat Çehre değil mi?
"Evet, aslında tek Nebahat Çehre"
Diğerleri, Şerif Sezer, Neslihan Acar, Nazan Ayas, Gülben Ergen, Hümeyra, Suna Yıldızoğlu gibi isimlerin seslendirmesini de tek proje olarak mı yaptınız?
"1-2, çok az. Hümeyra hiç konuşmadım. Eski yıllarda bir iki proje bazında çok küçük bir şeyler konuştum. Ama artık istemiyorum konuşmak kimseyi."
Ama Nebahat Çehre ile bir ömür birliktelik gibi devam edecek sanırım?
"Nebahat Hanım devam edecek. Evet, öyle. O çalıştığı sürece. Aşağı yukarı 15-20 yıla yakın oldu. Ona da şu şekilde başladım. Seslendirme yönetmeni ve Şehir Tiyatrosu oyuncularındandır Ersin Sanver, bir gün telefon etti bana. ‘Gülen, Nebahat Hanım'a bir ses arıyorlar.’ dedi. Ben hep seslendirme yaptığım ve biraz da iyi rolleri konuştuğum için, ‘Bana gelip bir test alır mısın?’ dedi. Tabii ki alırım Ersin, dedim. Ben hiç öyle şeylere takılmam. Oyunculukta da, seslendirme için de görüntü için de demo yaparım. Hiç umurumda değil, bütün dünyada bu iş böyledir çünkü. Tabii ki gittim ve beni tercih etti o dönemki yönetmeni. Ondan sonra otomatikman bütün projelerinde hep ben konuşmaya başladım Nebahat Hanımı. Nebahat Hanım'ın artık tercihi o. Hatta insanlar onun sesi zannediyorlarmış, kendi sesiyle oynuyor zannediyorlarmış. Ne mutlu, iyi yapıyoruz demek ki. Birlikteliğimiz doğru gidiyor demek ki."
"Julia Roberts, Susan Sarandon ve Meryl Streep ile enerjimiz çok tutuyor”
Başta The Godfather olmak üzere, Annie Hall, Malefiz, The Bodyguard ve sayısız filmde Whitney Houston, Angelina Jolie, Meryl Streep, Mila Jovovich, Emma Thompson, Julia Roberts ve çok sayıda aktristin Türkçe seslendirmelerini yapıyorsunuz. Sanıyorum en çok Julia Roberts ve Angelina Jolie filmlerinde sesiniz var. Sanki Julia Roberts karakterleriyle sesinizin enerjisi çok uygun geliyor bana. Siz düşünüyor musunuz peki sesinizle enerjinizin tuttuğu kimler var?
"Julia Roberts ve Susan Sarandon ile enerjim çok tutuyor. Meryl Streep tabii ki. Hatta son filmi ‘Don't Look Up’ta ben konuştum. Çok tatlı oynamıştı. Hoş bir film zaten. Bu iş böyledir, enerjinizin tutacağı, oyunculuğunuzun da yaklaşık olarak birbirine benzediğini düşündüğü karakterlere çağırır yönetmenler. Mesela ben, benden çok genç insanları ya da benden çok yaşlı insanları konuşamam. O taklit etmek olur, olmayan bir şeyi yapmaya çalışmak olur. Çünkü biz o anda bir şeyi yaratıyoruz. Elimizde tekst, karşımızda görüntü, hızlı anlayıp, hızlı düşünüp, hızlı tatbik etmemiz gerekiyor."
Bu sesin olgunlaşmasıyla mı ilgili yoksa enerjinizle mi ilgili sadece?
"Enerjiyle, yapma sürati ve profesyonellik de tabii ki, hem sesin olgunlaşması ve hem tecrübeyle ilgili."
Aslında seslendirme yaparak da oyunculuk yaptığınızı düşünüyor musunuz?
"Bir anlamda ama ben onu oyunculuk olarak kabul etmiyorum. Mesela 'Ses oyuncusu', öyle bir şey diyor şimdi gençler. Yeni bir tabir çıktı. Ben ona inanmıyorum. Biz oynanmış bir şeyi Türkçeleştiriyoruz, karakter yaratmıyoruz. Sadece oyuncuysak, olmayan bir karakteri ortaya çıkarabiliyorsak, ki Vişne Bahçesi’ndeki Lybov Andreyvna'yı ben yarattım, benim oynadığım Lybov Andreyvna, benim yeteneklerimle oluşturduğum, benim beynimden, benim gönlümden geçen duyguların sonucunda ortaya çıkan bir şey. O, (seslendirme) oynanmış bir karaktere ses vermek. Akıl her işte olduğu gibi dublajda da, oyunculukta da çok önemli bir şey. Çok avantaj sağlar, dezavantaj da olabilir. O doğrultuda oynanmış bitmiş bir şeyi, onun yaptığına sadık kalarak Türkçeleştirmekle yükümlüyüz biz. Yeni bir şey, ondan bir adım üste ya da alta taşıyamayız. Bizim görevimiz oynadığı kadarını ortaya çıkarabilme ve Türkçeleştirme."
Sosyal medya hesabınıza baktım geçenlerde, tiyatro yönetmeni ve aktör Terrence Mann'in bir sözünü paylaşmışsınız, ‘Filmler sizi ünlü yapar. Televizyon sizi zengin yapar ama tiyatro sizi iyi yapar' demiş. Siz hayatınızda bu skalanın neresindesiniz?
"Hepsini yapıyorum galiba. Tabii zenginlik kişiye göre değişir. Ben çok zengin bir insan olduğumu maddi anlamda düşünmüyorum. Tabii ki değilim. Ama duygusal ve donanım olarak çok zengin olduğumu düşünüyorum, evet. Bunu da her türlü çalışmama borçluyum. Tiyatro insanı evet iyi hissettirir. Bunu kocam bile bana söylüyor. “Oyun oynadığın yıllarda çok iyi bir insan oluyorsun.” diyor. Prova döneminde çok yorucu, çok aksi, çok çekilmez olabiliyorum."
Eşiniz sanatla ilgili mi?
"Hayır hiçbir ilgisi yok. O bir kimya mühendisi, üstelik uzun yıllar kimya mühendisliği de yapmamış, tur rehberliği yapmış. Ama beni çok iyi anlayan, çok medeni bir adamdır."
Oyunculuk ve seslendirme için yeni bir film ya da projeniz var mı?
"Televizyon için birkaç flört var ama onlar çok değişken olabildiği için hiç söze getirmeye gerek yok. Yeni açılan Disney Plus'a çok keyifli bir dizi konuştum. Transformers’a benzer bir şeyler, konuştuğum kadın karakter muhteşem oynamıştı. Ve bunun seslendirme yönetmeni de Vişne Bahçesi’nin yönetmeni canım Bora Severcan’dı. O istedi. Her bölümde aşağı yukarı farklı dönemleri oynamışlar. 1950'lerde başlamış, sonra sit-com dönemi, sonra 70-80, 90’lar devam ediyor. Muhteşem keyifliydi. Çok keyif aldım konuşmaktan. Yine Disney’e Monk'un oyuncusunun oynadığı, ilk kadın stand-up'çı genç bir hanım vardı, ismini hiç bilmiyorum şu anda. Onun hayatının çekildiği bir dizide, annesini konuştum. O da çok hoş, çok güzel bir diziydi. Her şey o kadar özenli ki. Dönem yapıyorlar, muhteşem yapmışlar. Bayıldığım işler bunlar."
Bu sinema ve dizi projeleri çok iyi ve izlemeyi de seveceğiniz projeler tabii. Peki, onları izlerken kendi sesinizi nasıl buluyorsunuz?
"Çok, tabii kesinlikle. Ben kendimi dinlemeyi hiç sevmem, kendi sesimi de hiç sevmem."
Şaka yapıyorsunuz. Neden?
"Gerçekten öyle. Ben bunu öğrencilere de söylüyorum. İnanamıyorlar. 'Hocam yapmayın Allah aşkına. Böyle şey söylemeyin.' diyorlar. Ne güzel ki beni, sesimi güzel buluyor insanlar. Çok büyük bir keyif alıyorum bundan. Ama kendine insan çok eleştirel yaklaşıyor. Ben oyun çekildiği zaman oyunu da izlemeyi sevmiyorum. Çünkü 'Keşke şunu şöyle, burayı böyle yapsaydım. Ah bunu ne kadar kötü konuşmuşum. Hay Allah, şunu niye böyle oynamışım?' derim. Ben mesela kendi oynadığım dizileri izlemekten çok utanırım. Acayip bulurum."
Mükemmeliyetçisiniz galiba?
"Biraz galiba. Çok hoş bir huy olduğunu düşünmüyorum. Çünkü insanı biraz yoran bir şey. Ama gene de ne bileyim ben, hoşlanmıyorum. Hep daha iyiyi yapmak istiyorum. Hırslı olduğumu çok düşünmüyorum. Hırslı olsaydım hayatta çok daha başka yerlerde olurdum. Ailemi ve özel hayatımı çok önemsiyorum. Sadece işim yok benim hayatımda. Sadece işim olsaydı çok farklı yerlerde olacağımı düşünüyorum. Ama bulunduğum yerden de çok memnunum ben açıkçası."
Çok teşekkür ederiz, çok keyifli bir söyleşiydi.
"Çok teşekkür ederim, benim için de öyleydi."
AA