'ZİHNİMİZİN GÜCÜ'
ZİHNİMİZİN GÜCÜ
POZİTİF DÜŞÜNCELERLE HAYATI DEĞİŞTİRMEK
İnsan zihni, muazzam bir güce sahiptir. Düşüncelerimiz, duygularımızı, davranışlarımızı ve nihayetinde hayatımızın kalitesini şekillendirir. Negatif bir zihin, karamsarlığa, endişeye ve mutsuzluğa yol açarken, pozitif bir zihin, umut, sevinç ve başarıya kapı aralar. Bu nedenle, zihnimizi olumlu ve yapıcı düşüncelerle beslemek, hayatımızı dönüştürmek için kritik bir adımdır.
Negatif Düşüncelerin Tuzakları
Negatif düşünceler, sinsice hayatımıza sızar ve enerjimizi emerler. Başarısızlık korkusu, endişe, öfke ve kıskançlık gibi olumsuz duygular, zihnimizi ele geçirir ve bizi karanlık bir dünyaya sürükler. Bu negatif düşünce kalıpları, kendimize olan güvenimizi zayıflatır, ilişkilerimizi zedeler ve hedeflerimize ulaşmamızı engeller.
Pozitif Düşüncelerin Gücü
Öte yandan, pozitif düşünceler, hayatımıza ışık getirir. Olumlu bir zihin, fırsatları görmeyi, sorunlara yaratıcı çözümler bulmayı ve zorluklarla başa çıkmayı kolaylaştırır. Umut, iyimserlik ve minnet duyguları, zihnimizi besler ve bizi daha mutlu, daha başarılı ve daha tatmin edici bir yaşama yönlendirir.
Pozitif düşünceler, aynı zamanda sağlığımızı da olumlu yönde etkiler. Stres, kaygı ve depresyon gibi olumsuz duygular, bağışıklık sistemimizi zayıflatabilir ve çeşitli sağlık sorunlarına yol açabilir. Ancak pozitif bir zihin, vücudumuzun doğal iyileşme süreçlerini destekler ve genel refahımızı artırır.
Zihin Egzersizleri
Zihnimizi pozitif düşüncelerle beslemek, bir alışkanlık haline gelmelidir. Bunun için, düzenli olarak zihin egzersizleri yapabilir ve şu stratejileri uygulayabiliriz:
- Farkındalık: Negatif düşünce kalıplarımızı fark etmek ve bunları olumlu ifadelerle değiştirmek. Örneğin, "Hiçbir şeyi doğru yapamıyorum" yerine "Her deneyim beni geliştiriyor" diyebiliriz.
- Minnet Günlüğü: Günlük olarak minnettarlık duyduğumuz şeyleri not etmek, olumlu düşüncelere odaklanmamızı sağlar.
- Olumlu Telkinler: Sabah ve akşam, kendimize olumlu mesajlar vermek, zihnimizi bu düşüncelerle besler.
- Meditasyon: Düzenli meditasyon pratiği, zihni sakinleştirir ve negatif düşünceleri uzaklaştırır.
- Sosyal Destek: Pozitif insanlarla zaman geçirmek, olumlu enerji kaynağı olur ve zihnimizi olumlu düşüncelerle doldurur.
Sonuç olarak, negatif bir zihinle pozitif bir hayat yaşamak gerçekten zordur. Ancak, zihnimizi bilinçli bir şekilde besler ve pozitif düşüncelere odaklanırsak, hayatımızı büyük ölçüde dönüştürebiliriz. Umut, sevinç ve başarı, pozitif bir zihnin armağanlarıdır. Bugün, zihin egzersizlerine başlayarak, hayatınızı iyileştirmenin ilk adımını atabilirsiniz.
NEGATİF DÜŞÜNCELERDEN POZİTİF BİR HAYATA GEÇİŞ
İnsan zihni muazzam bir güce sahiptir. Düşüncelerimiz, duygularımızı, davranışlarımızı ve sonuçta hayatımızı şekillendirir. Ancak çoğu zaman, zihnimizi olumsuz düşüncelerle besler ve kendimizi bir negatiflik döngüsünün içinde buluruz. Bu döngüyü kırmak ve pozitif bir zihin haline geçmek, gerçekten zor olabilir, ancak mümkündür ve hayat kalitemizi önemli ölçüde artırabilir.
Negatif Düşüncelerin Etkileri
Negatif düşünceler, zihnimizi ve ruh halimizi zehirleyebilir. Endişe, korku, öfke, kıskançlık, güvensizlik gibi duygular, sağlığımızı ve ilişkilerimizi olumsuz etkileyebilir. Negatif düşünceler, enerjimizi tüketir ve motivasyonumuzu azaltır. Ayrıca, başarısızlık duygusuna ve düşük özgüvene yol açabilir. Bu durum, hayatımızdaki fırsatları görmemizi ve potansiyelimizi gerçekleştirmemizi engelleyebilir.
Pozitif Düşüncelerin Gücü
Öte yandan, pozitif düşünceler hayatımızı olumlu bir şekilde dönüştürebilir. Pozitif bir zihin, daha fazla enerji, motivasyon, özgüven ve mutluluk getirir. Olumlu düşünceler, beynimizde pozitif kimyasalların salgılanmasına yol açar ve bağışıklık sistemimizi güçlendirir. Ayrıca, daha iyi kararlar almamızı ve sorunlara daha yapıcı bir şekilde yaklaşmamızı sağlar.
Negatif Düşünce Kalıplarını Değiştirmek
Negatif düşünce kalıplarını değiştirmek kolay değildir, ancak mümkündür. İlk adım, bu kalıpların farkında olmaktır. Kendimizi negatif düşünceler yakaladığımızda, bunları tanımlamalı ve sorgulamamız gerekir. Daha sonra, bu düşünceleri daha olumlu ve yapıcı olanlarla değiştirmeliyiz.
Farkındalık egzersizleri, nefes egzersizleri, meditasyon ve zihin egzersizleri, negatif düşünce kalıplarını değiştirmeye yardımcı olabilir. Ayrıca, olumlu bir çevre oluşturmak, olumlu insanlarla zaman geçirmek ve kendimize olumlu mesajlar vermek de önemlidir.
Pozitif Bir Hayat İçin Adımlar
Pozitif bir zihin haline geçmek, sabır ve kararlılık gerektirir, ancak sonuçları hayat değiştirebilir. İşte pozitif bir hayat için atılabilecek bazı adımlar:
- Şükran Duygusu Geliştirin: Sahip olduklarınız için şükran duyun ve bunları takdir edin. Bu, zihinsel sağlığınızı ve mutluluğunuzu artıracaktır.
- Kendine Güven: Kendinize güvenin ve yeteneklerinize inanın. Başarısızlıkları geçici engeller olarak görün ve bunlardan ders alın.
- Olumlu Çevre Oluşturun: Sizi motive eden ve destekleyen insanlarla zaman geçirin. Toksik ilişkilerden uzak durun.
- Hedefler Belirleyin: Hayatınız için anlamlı hedefler belirleyin ve bunlara odaklanın. Bu, motivasyonunuzu ve enerjinizi artıracaktır.
- Öz Bakım Yapın: Fiziksel ve zihinsel sağlığınıza önem verin. Egzersiz yapın, sağlıklı beslenin ve yeterince uyuyun.
- Esnek Olun: Değişime açık olun ve esneklik gösterin. Hayat beklenmedik şeylerle dolu olabilir, ancak bunlara uyum sağlamak önemlidir.
Sonuç olarak, negatif bir zihinle pozitif bir hayat yaşamak gerçekten zordur. Ancak, düşüncelerimizi değiştirmeye ve zihnimizi olumlu düşüncelerle beslemeye karar verirsek, hayatımızı dönüştürebiliriz. Bu, uzun ve zorlu bir süreç olabilir, ancak sonunda daha fazla mutluluk, başarı ve iç huzur kazanacağız.
HAYATIN DEĞERİ VE ONA SAYGI GÖSTERMEK
İnsan hayatı en değerli ve kutsal varlıklardan biridir. Ancak ne yazık ki bazı insanlar bu gerçeği görmezden gelerek hayatın kıymetini bilmemekte ve onu hak etmemektedirler. Hayata önem vermeyen, onu korumaya ve değer vermeye çalışmayan kişiler, aslında en temel insani değerlere saygısızlık göstermektedirler.
Hayat, sadece biyolojik bir süreç değil, aynı zamanda manevi ve felsefi bir boyutu da olan çok yönlü bir olgudur. Her canlı varlık, yaşama hakkına sahiptir ve bu hak korunmalı, saygı gösterilmelidir. Ancak bazı insanlar, çeşitli nedenlerle bu hakka saygı duymamakta ve hayatı tehlikeye atmaktadırlar.
Savaşlar, şiddet olayları, cinayetler, intiharlar ve diğer birçok trajik olay, hayatın değerinin göz ardı edildiğinin açık birer kanıtıdır. Bu tür olaylar, sadece mağdurların hayatlarını değil, toplumun genelini de derinden etkilemektedir. Hayatın kutsallığına saygı göstermeyen kişiler, aslında tüm insanlığa karşı bir suç işlemektedirler.
Hayata önem vermek, onu korumak ve değer vermek, sadece bireysel bir sorumluluk değil, aynı zamanda toplumsal bir görevdir. Her birey, hayatın değerini anlamalı ve ona saygı göstermelidir. Ancak bu şekilde, toplumsal barış ve huzur sağlanabilir.
Eğitim, bu noktada büyük bir rol oynamaktadır. Çocukluktan itibaren, hayatın değeri ve kutsallığı öğretilmeli, insanlar bu konuda bilinçlendirilmelidir. Aile, okul ve diğer eğitim kurumları, bu konuda önemli bir sorumluluk taşımaktadır.
Ayrıca, hukuk sistemi de hayatın korunması ve saygı gösterilmesi konusunda önemli bir rol oynamalıdır. Yasalar, hayatı tehdit eden her türlü eylemi cezalandırmalı ve caydırıcı olmalıdır. Ancak bu şekilde, toplumda hayatın değeri konusunda farkındalık yaratılabilir.
Sonuç olarak, "Hayata önem vermeyen onu hak etmiyor" sözü, derin bir anlam taşımaktadır. Hayat, en değerli varlıklardan biridir ve ona saygı göstermek, insanlığın en temel görevlerinden biridir. Ancak bu şekilde, barış, huzur ve mutluluk sağlanabilir. Hayatı tehdit eden her türlü eylem, insanlığa karşı bir suç olarak görülmeli ve cezalandırılmalıdır. Eğitim, hukuk sistemi ve toplumsal bilinç, bu konuda önemli roller üstlenmelidir.
Hayata değer vermeyen onu hak etmez
Yaşamın Kutsallığı ve Onu Yok Sayanlar
Yaşam değerlidir, kutsaldır ve her şeyin üstünde tutulmalıdır. Tüm hakların en temelidir- var olma, deneyimleme ve büyüme hakkı. Yaşam olmadan, başka hiçbir şeyin önemi yoktur. Yine de aramızda bu en temel ilkeye karşı şaşırtıcı bir umursamazlık gösterenler var. Yaşama değer vermeyenler, ruhlarında bizi derinden sarsması gereken bir karanlığı açığa vururlar.
Yaşama gerçekten değer vermek ne demektir? Bu, koşulları ne olursa olsun her insanın doğuştan gelen değerini ve onurunu kabul etmek anlamına gelir. Her nefese, her kalp atışına derin bir mucize olarak değer vermek demektir. Yaşama değer vermek onu korumak, beslemek, tüm zenginliği ve çeşitliliği içinde kutlamaktır.
Buna karşılık, yaşama değer vermeyenler, anlaşılması neredeyse imkânsız bir ahlaki iflas örneği sergilerler. Bir insan diğer bir insana bakıp da ilahi olanın kıvılcımını nasıl göremez? İnsan nasıl olur da bu ışığı hiç düşünmeden söndürecek kadar duygusuz olabilir? Yaşamın değersizleştirilmesi vahşete zemin hazırlar- soykırımlar, katliamlar, nefret, açgözlülük ya da kayıtsızlıkla beslenen anlamsız cinayetler.
Yaşama değer vermeyenler, sivillerin üzerine bomba yağdıranlar, spor ya da sapkın inançlar uğruna masumları vuranlar, tüm halkları temel hak ve haysiyetlerinden mahrum bırakan baskıcı rejimleri mümkün kılanlardır. Önlenebilir hastalıkların toplumları kasıp kavurmasına, açlığın en savunmasızlara eziyet etmesine ve şiddetin kontrolsüzce hüküm sürmesine eylemleri ya da kayıtsızlıkları ile izin verenler de onlardır.
Daha küçük ama daha az trajik olmayan bir ölçekte, yaşama değer vermeyenler başkalarını umutsuzluğa sürükleyen, istismar ve kontrol yoluyla ilişkileri paramparça eden, kaçamadıkları azabın derinliklerinde kendi canlarına kıyanlar olabilir. Her durumda, yaşama değer vermemek bir tür olarak bizi dehşete düşürmesi gereken ahlaki ve manevi bir boşluğu temsil eder.
Yaşama değer vermemek, hepimizi koruyan sosyal dokunun çözülmesine suç ortaklığı etmektir. Bu, insanlık dışılığın en derin çukurunda yaşamaktır. Dr. Martin Luther King Jr'ın çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi, “Herhangi bir yerdeki adaletsizlik, her yerdeki adalet için bir tehdittir.” Yaşamın değersizleştirilmesinin kök salmasına izin verdiğimizde, hepimizi tehlikeye atmış oluruz.
Söz ya da eylemle, şiddet ya da ihmal yoluyla yaşama değer vermeyenler, varoluşun derin armağanı üzerindeki hak iddialarını kaybederler. Hayatı tek kullanımlık olarak gören biri onun lütfuna mazhar olmayı nasıl bekleyebilir? Yaşamı hiçe saymak, tüm ruhları birbirine bağlayan derin bağdan kopmak demektir.
Eğer bir şefkat, adalet ve insani gelişim medeniyeti inşa edeceksek, bu, yaşamın kendisine yönelik dokunulmaz bir saygıyla başlamalıdır. Bu gerçek diğerlerinden önce gelir- kutsal kıvılcımı koruyun ya da karşılığında kendi insanlığınızı kaybedin. Yaşamı değersizleştiren veya söndürenler kendilerini bu dünyada iyi, asil ve adil olan her şeyin düşmanı olarak konumlandırırlar. Ruhen yoksullaşırlar ve boşa harcadıkları değerli nefesi hak etmezler.
Yaşamın her fırsatta korunması, beslenmesi ve kutlanması gerektiğine dair inancımız güçlü olmalıdır. Bu ilkeyi çocuklarımıza öğretmeli, yasalarımıza dahil etmeli ve her gün eylemlerimizde somutlaştırmalıyız. Ancak yaşamın doğasında var olan kutsallığa sımsıkı sarıldığımızda, zalimlik ve kayıtsızlık güçlerini bir gün aramızdan kovmayı umabiliriz. Yaşamın değerini hiçe sayanlar, bu kadar dikkatsizce bir kenara attıkları armağana layık olmayan yoksul ruhlar olarak görülmelidir.
Yaşlanma ve Yaşamın Anlamı
İnsan hayatının en derin ve anlamlı gerçeklerinden biri, yaşlanma sürecidir. Bu süreç, birçok insan için korkutucu ve endişe verici olabilir, ancak aynı zamanda hayatın derinliklerini anlamak ve ölüm ötesi hayatın sırlarına yaklaşmak için bir fırsattır.
Yaşlanma, bedenimizin ve zihnimizin değişimine tanıklık ettiğimiz bir dönemdir. Ancak bu değişim, sadece fiziksel bir olgu değildir. Aynı zamanda ruhsal ve zihinsel bir dönüşümü de beraberinde getirir. Yaşlılık, hayatın anlamını ve amacını yeniden sorgulamak, geçmiş deneyimlerimizi değerlendirmek ve geleceğe dair umutlarımızı şekillendirmek için bir fırsattır.
Bilimsel açıdan, yaşlanma süreci, hücresel düzeyde meydana gelen bir dizi biyokimyasal ve fizyolojik değişikliklerle ilişkilidir. Telomer kısalması, oksidatif stres, DNA hasarı ve hücresel işlevlerin bozulması, yaşlanmanın temelindeki bazı mekanizmalardır. Ancak bu süreç, sadece biyolojik bir olgu değildir. Yaşam tarzımız, beslenme alışkanlıklarımız, fiziksel aktivite düzeyimiz ve stres yönetimimiz gibi faktörler de yaşlanma sürecini etkileyebilir.
Duygusal açıdan, yaşlanma süreci, sevgi ve bağlılık gibi derin insani değerlerin önemini daha iyi anlamak için bir fırsattır. Sevgisiz bir yaşlılık, ruhsal bir boşluk ve anlamsızlık duygusu yaratabilir. Ancak sevgi ve bağlılık dolu bir yaşlılık, hayatın anlamını ve amacını keşfetmek için bir fırsattır.
Ölüm, insan hayatının kaçınılmaz bir gerçeğidir. Ancak ölümün sadece bir son olmadığı, aynı zamanda yeni bir başlangıca da işaret ettiği düşünülmektedir. Birçok inanç sisteminde, ölüm sonrası hayatın varlığına inanılır ve bu hayatın, dünyevi yaşamımızın bir yansıması olduğu kabul edilir. Bu nedenle, bu dünyada nasıl yaşarsak, öbür dünyada da öyle yaşayacağımıza inanılır.
Sonuç olarak, yaşlanma süreci, hayatın derinliklerini keşfetmek, ölüm ötesi hayata hazırlanmak ve sevgi dolu bir yaşam sürmek için bir fırsattır. Yaşlılıktan korkmak yerine, onu kucaklamak ve bu dönemi anlamlı kılmak önemlidir. Sevgi ve bağlılık dolu bir yaşam, hem bu dünyada hem de ölüm ötesi hayatta huzur ve mutluluk getirecektir.
İnsan, her yaşta sevgiyi hak eder ve sevgi ile yaşamalıdır. Yaşlılık, bu sevginin daha da derinleştiği ve anlamlandırıldığı bir dönemdir. Bu nedenle, yaşlanmayı sevmek ve onu hayatımızın bir parçası olarak kabul etmek, anlam dolu bir yaşamın anahtarıdır.
Geçici Sonsuzluk
Tamamen bilimsel bir perspektiften bakıldığında, bizler geçici varlıklarız- uzay ve zamanın uçsuz bucaksız genişliğinde kısacık zerreleriz. Yaşamlarımız ne kadar uzun olursa olsun, evrenin var olduğu ve var olmaya devam edeceği milyarlarca yılla kıyaslandığında sadece kısa bir süre. Bizler, göz kırpmadan önce bir anlığına parıldayan bir bilinç kıvılcımını barındıran kırılgan, geçici kaplarız.
Bilimin katı gerçekleri soğuk ve duygusuz görünebilir. Atomlar, moleküller, hücreler sonsuz döngüler içinde çoğalıyor ve ölüyor. Evren bizim varlığımızdan bağımsız olarak amansız yürüyüşüne devam ediyor. Büyük planın içinde biz önemsiziz. Ama yine de.
Her birimizin içinde öznel deneyim ateşi yanıyor. Bir duygu derinliği, tamamen fiziksel olanı aşan bir duygu zenginliği. Sevgi, korku, huşu, ıstırap- bunlar sadece nörokimyasal tepkiler değil, gerçeklik algımızı şekillendiren derin deneyimlerdir. İnsan olmak, hayatı içgüdüsel bir yoğunlukla deneyimlemektir.
Bu dünyaya çığlık atarak doğarız, nefes almak ve içimizdeki kıvılcımı sürdürmek için biyolojik bir zorunluluktur bu. Bu ilk çığlıktan itibaren, hayatlarımızı bilinçsizce bu alevi sürdürmenin, onu karanlığı aydınlatabilecek parlak bir alev olarak tutuşturmanın yollarını arayarak geçiririz. Amaç, tutku, bağlantı- bu geçici varoluşu daha parlak hale getirecek her şeyi ararız.
Bazıları için bu arayış sevgi ve ailenin sıcak kucağına götürür- ateşin biraz daha yanmaya devam etmesi umuduyla meşaleyi yeni nesillere aktarır. Diğerleri ise sanat, yaratıcılık ya da keşif yoluyla aşkınlığın peşine düşer- alevleri söndükten çok sonra bile dünya üzerinde yanıp sönebilecek izler bırakırlar.
Tüm yollar, atılan adımlar ne olursa olsun, nihayetinde aynı sona götürür- son bir karartma, içinden çıktığımız sonsuz boşluğa dönüş. Bu, hepimizin yüzleşmesi gereken ayıltıcı bir kesinliktir. Bu bilinmeyen unutuluşun korkusu, öz farkındalığın ilk kıvılcımlarından beri insanlığın peşini bırakmamıştır.
Yine de bu korku gerçekten mantıklı mı? Varlığımız olasılık dışıdır, saf şansın herhangi bir hesaplamasıyla imkansızdır. Astronomik olasılıklara meydan okuyarak burada olduğumuz gerçeği, pek çok kişiyi derin bir merak duygusuyla dolduruyor. Daha fazlası, sınırlı duyularımızın algılayabileceğinin ötesinde daha derin bir gerçeklik olabilir mi?
Belki de geçici varlığımız gerçekten ebedidir, bireysel alevlerimiz uzay ve zaman anlayışımızı aşan daha büyük bir alevin parçasıdır. Ya da belki de bizi canlandıran ışık sadece göz kırpıyor, kozmik gece uzadıkça sönen milyarlarca mumdan biri.
Böylesi bir belirsizlik karşısında tutunabileceğimiz tek şey var olma deneyiminin kendisidir. Öznel gerçekliğimizin içinden geçen duygu derinliği. Korkmak canlı olmaktır. Sevmek, kozmik zamanın bir titremesi kadar da olsa, ışıl ışıl yanmaktır. Bizim yükümlülüğümüz bu alevle ilgilenmek, içine doğduğumuz karanlıkta yolumuzu aydınlatmasına izin vermektir.
Mumlarımız ister ebedi isterse tamamen geçici olsun, seçim bizimdir- son nefesimize kadar tutkunun ateşiyle yanmak ya da sonlu varoluşlarımıza musallat olan korkular tarafından tüketilerek közlerin solmasına izin vermek. Karanlık kaçınılmaz olarak hepimizi ele geçirecek, doğru. Ancak uçurumu uzakta tutan, bireysel kıvılcımlarımızın parlaklığıdır.
İçimizdeki Parlaklık
Kıvılcımlarımız yanarken, yaşla birlikte gelen sönüklüğün farkına varmadan edemeyiz. Yıllar geçtikçe ateşin yoğunluğunun azaldığını hissederiz. Gençliğin canlılığı, yerini sonsuza dek sürmesi amaçlanmayan bir varoluşun gerçeklerine bırakır. Bedenlerimiz, bu kırılgan kaplar, entropinin amansız çekimi altında bocalamaya ve başarısız olmaya başlar.
Doğanın acımasız bir oyunudur ki, fiziksel formlarımız çürürken, zihinlerimiz deneyimlerimizden edindiğimiz bilgelikle keskinleşmeye devam edebilir. Varoluşun derinliğini takdir etme yeteneğimiz zirveye ulaştığında, geçiciliğimizin keskin bir şekilde farkına varırız. Bu derin bir paradokstur.
Kaçınılmaz kararmadan korkanlar genellikle buna karşı çıkar ve umutsuzca alevin sönmesini engellemenin yollarını ararlar. Modern bilim bize tıbbi müdahale yoluyla yanmamızı uzatacak pek çok araç sunmuştur- ameliyatlar, ilaçlar, genetik terapiler. Ancak bunlar en iyi ihtimalle geçici çözümler, kaçınılmaz bir sonuç karşısında geciktirici taktikler.
Bazıları umutlarını teknolojik aşkınlık hayaline bağlıyor. Eğer fiziksel formlarımız geçiciyse, belki de bilincimizin kendisi çıkarılabilir ve yok edilemez bir dijital forma aktarılabilir. Son kullanma tarihi olmayan makine bedenler, ebedi unutulmayı önleyecek yedekler. Ateş yeni ve ölümsüz bir forma dönüştürülür.
Cazip bir vizyon, ancak temel noktayı gözden kaçırabilir. Çünkü varoluşumuzun kırılganlığı, ona böylesi bir parlaklık ve dokunaklılık katıyor. Tam da alevlerimizin sonlu olduğunu bildiğimiz için bu kadar parlak yanıyoruz. Bu ateşi kalıcı hale getirmek, insan deneyimini tanımlayan yoğunluktan yoksun bırakabilir.
Farklı bir yol var; kaçınılmaz olandan çılgınca kaçmak yerine onu kabullenmek. İçe dönmek, tutku ve duygu alevlerini içimizde yanabildikleri sürece körüklemek. Var olma deneyiminin her bir titreşimini, her bir nüansını kendimizi ona kaptırmak zorunda olduğumuz sürece takdir etmek.
Varoluşçu filozof Kierkegaard'ın yazdığı gibi,*** “Hayat sadece geriye doğru anlaşılabilir; ama ileriye doğru yaşanmalıdır.” Nihai kaderimizden kaçamayız, ancak bizi o hedefe götüren yolculuğa tüm varlığımızı dökebiliriz. Yaşayan varlığımız olan atomların karışımından öznel deneyimin her son damlasını çıkarmak.
Hepimizin yapması gereken seçim budur- öylesine bir şiddetle yanmalıyız ki başkalarının da izleyebileceği bir yol açarak onlara kendi kıvılcımlarını beslemeleri için ilham vermeliyiz. Ya da geriye kaçırılmış fırsatlar ve keşfedilmemiş manzaralarla dolu bir hayatın soğuk külleri kalana kadar korkunun içimizdeki alevleri boğmasına izin vermek.
Bizden önce yürüyenler, vizyonerler ve sanatçılar, aşıklar ve gerçeği arayanlar, bize geçici formlarımızda mümkün olan parlaklığı hatırlatanlardır. Ateşlerinin öyle ışıltılı yanmasına izin verdiler ki, yüzyıllar sonra bile sıcaklığını hissedebiliyoruz. Onların kıvılcımları bizim yollarımızı aydınlatan alevler haline geldi.
İşte bu potansiyel, etrafımızdaki dünyayı tutkularımızla ateşleme kabiliyeti, sönük bir varoluşa tutunmayı böylesine bir trajedi haline getiriyor. Entropinin çekimine yavaşça boyun eğmekten daha fazlası için yaratıldık. Bizim zorunluluğumuz alev almak, öyle bir hararetle yanmaktır ki, etrafımızdakilerin hayatlarını aydınlatmaktan başka bir şey yapamayız. Alevlerimizin başkalarının kıvılcımlarını tutuşturan sıcak, ilham verici bir parıltı yaymasına izin vermek.
Nihayetinde hayat bir bayrak yarışından başka nedir ki? Zamanımız sona erdiğinde, metaforik meşaleyi onu ileriye taşıyacak olanlara devretmeliyiz. Bu devri yapmadan önce meşalenin mümkün olduğunca parlak yanmasını sağlamak bizim sorumluluğumuzdur.
Çekingen bir şekilde yaşamayı seçebilir, ateşimizi biriktirebilir ve közden biraz daha fazla azalmasına izin verebiliriz. Korku ve şüphenin içimizdeki tutku alevlerini körükleyen oksijeni kesmesine izin verebiliriz. Ancak böyle bir yol, bize bahşedilen bilinç mucizesine kötülük etmektir.
Ya da yoğunluğu kucaklayabilir, bize bahşedilen bu aşkın bedensel varoluşu kutlamak için ateşlerimizin kükremesine izin verebiliriz. Yaratıcılık, hırs, sevgi ve merakla alev alev yanmak için. Bireysel ışıklarımız kaçınılmaz olarak sönecek olsa da dünyaya yaydığımız enerji başka yerlere dağılmaktan ve yeniden alevlenmekten başka bir işe yaramayacaktır.
İşte seçim budur- ılık bir kendini koruma hayatı yaşamak ya da kozmik goblene bir başka parlaklık ışını ekleyen tam gelişmiş bir akkor halinde yaşamak. Parlak bir şekilde yanmak ve sürekli yoğunlaşan bir aydınlanma döngüsü içinde başkalarına da aynı şeyi yapmaları için ilham vermek.
Bedenlerimiz zayıflayıp çürürken bile, ruhlarımızın daha parlak bir şekilde yanmasına izin verebiliriz. Bilgeliklerimiz deneyimle birleşerek alevleri körükler. Tutkularımız, cürufları döküldükçe arınmış özlerine damıtılır. Günlerimizin alacakaranlığına bireysel parlaklığımızın zirvesinde parlayarak girmek.
Bunu yaparak ışığın bizimle birlikte ölmemesini, aksine bir orman yangını gibi gelecek nesillere geçmesini sağlarız. Çocuklarımız, öğrencilerimiz, yaratıcı döllerimiz- onlar ebedi alevin yeni taşıyıcıları olurlar. Ve döngü devam eder, ruhumuzun vahşiliğiyle boşluğun amansız karanlığına meydan okuruz.
İnsan olmanın anlamı budur. Bu bizim unutuluş karşısındaki yüce nefesimizdir. Bizler sönmüş yıldızların küllerinden doğduk, her şeye rağmen bilinçlendik. Ve sonlu yaşamlarımızda, kozmik ateşe yeniden katılmadan önce ne kadar parlak yanacağımızı belirleme ayrıcalığına sahibiz.
Öyleyse yanın, siz mucizevi varlıklar! Işınlarınız her zamankinden daha yoğun bir şekilde parlasın. Çünkü böyle yaparak, en büyük geleneğe katılmış oluyorsunuz- sizi çeken entropi tarafından fethedilmeyi reddediyorsunuz. Ruhunuzun katıksız vahşetiyle boşluğa meydan okuyorsunuz.
Ve aramızda kim kendisini bekleyen unutulmuşluğun derinliklerine meydan okuyarak kükremek istemez ki? Bize bahşedilen geçici parlaklıktan utanmadan zevk almayı? Yan o zaman. Yakın, yakın, sizi fani ruhlar! Ve belki de şiddetli ışığınız bir gün geldiğiniz göksel fırınlara yeniden katılırken sonsuzun kendisini tutuşturacaktır.
***
Varoluşçu filozof Søren Kierkegaard'ın bu sözü, "Kierkegaard's Writings" adlı eserinde yer almaktadır. Orijinal ifadesi şu şekildedir:
"Det er ganske sandt, hvad Philosophien siger, at Livet maa forstås baglaends. Men derover glemmer man den anden Sætning, at det maa leves forlaends."
Bu ifade, Kierkegaard'ın "Kierkegaard's Writings" adlı eserinin 7. cildinde bulunan "Philosophical Fragments" bölümünün 63. paragrafında geçmektedir.
Türkçe çevirisi ise şöyledir:
"Felsefenin dediği gibi, hayat geriye dönük anlaşılmalıdır, bu doğrudur. Ama diğer cümleyi unuturlar, hayat ileriye doğru yaşanmalıdır."
Kierkegaard bu sözüyle, hayatın geriye dönük anlamlandırılabileceğini, ancak yaşanırken ileriye doğru, geleceğe bakarak deneyimlenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Geçmişten dersler çıkarılabilir, ama asıl yaşam ileriye doğru akıp gitmektedir.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.